bilemiyorum altan

envai çeşit zırvalar kütüphanesi

16 Eylül 2018 Pazar

Fevzi Ya Da Schorunmu Olmak

   Merhaba.

Bu yazıda yazanlar çoğu insanın bildiği, hayatın sırrı niteliğinde olmayan fakat nedense çoğumuzun ıskaladığı bilgiler içeriyor.

Amerikalı filozof Elbert Hubbard şöyle diyor. "Hayatta yapabileceğiniz en büyük hata, sürekli bir hata daha yapacağınız korkusudur."

   
Kendimde ve çevremde sıklıkla gördüğüm şeylerden biri bu hata yapma korkusu. Elimde bununla ilgili somut bir istatistik yok ama bunun toplum bazında çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Çok şaşırtıcı bir durum değil tabi ki bu. Çocuk yaşlarda "hata yaparsam anne babamdan azar yerim." Gençlik çağında "hata yaparsam okulda başarısız olur meslek edinemem". Yetişkinlikte "hata yaparsam işimden atılırım beş parasız kalırım". Bu örnekler yüzlerce çoğaltılabilir. Görüldüğü üzere birey olarak daha küçük yaşlardan itibaren yapılan bir hatanın sonucu yaşanacak felaketler silsilesinin senaryolarını düşünerek yaşamımızı sürdürüyoruz ve çoğu psikolojik durumda olduğu gibi bu durumun temelleri de henüz erken yaşlarda atılıyor. Dikkat edilecek olursa, yukarıda verdiğim "hata yaparsam..." örneklerinin tamamında sonuçlar, başka insanların hatayı kavrama ve hataya karşı yaklaşma biçiminden kaynaklanan şeyler. Yani aslında yapılan hatanın değil, kişinin çevresinin hataya verdiği reaksiyonların sonuçları. Bu sebeple "hata yapma korkusunu" irdelerken konunun kökeni olan "hata" denen olguyu doğru kavrayabilmekten başlamak gerek.

   Tuhaf ve bir o derece komiktir ki insanların yapmaktan çok korktuğu bir şey olan hata, sağlıklı her bireyin hayatı boyunca kolayca ve sıklıkla içine düşebileceği bir durumdur. Yani size garanti verebilirim ki eğer araştırırsanız benim çeşitli hatalarımı bulabilirsiniz ve yine garanti verebilirim ki eğer araştırırsam sizin de hata veya hatalarınızı ortaya çıkarabilirim. Şarkısı bile var "Hatasız kul olmaz" diye. Peki biz niye bunu sadece şarkı sözü olarak değil de hayatın bir gerçeği olarak kabullenmiyoruz? Çünkü herkes ama herkes için geçerli! Görkemli imparatorlukları yönetmiş imparator ve padişahlar için de geçerli. Hatta alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (S.A.V) için bile. Bunu söylediğinizde islam ülkelerinin çoğu yerinde tepki görebilirsiniz belki ama peygamberler de hatalar yapmıştır. Bunu bizzat Kuran'da görürüz.

 (Abese Suresi 1.-10. Ayetler Muhammed Esed Meali)

 "O, suratını astı ve uzaklaştı. Çünkü kör bir adam o'na yaklaşmıştı! Nereden bilebilirsin, belki de o arınacaktı, yahut hakikat hatırlatılacak ve bu hatırlatma kendisine fayda verecekti. Ama kendini her şeye yeterli görene gelince, sen bütün ilgiyi ona gösterdin, halbuki onun arınmaktan geri kalmasının sorumlusu sen değilsin. Ama sana büyük bir istekle geleni ve Allah korkusu ile yaklaşanı sen görmezden geldin!"

    Rivayete göre bu ayetler, Hz. Muhammed'in müşrik bir kabile reisini ve onun vasıtasıyla da kabilesini İslam'a davet etmeye çalışırken, kendisine bir konuda danışmak isteyen kör bir adamı yüzünü ekşiterek reddetmesi üzerine indi. Bu ilk bakışta sadece bir nezaketsizlik gibi görünse de, görev başında olan bir peygamber için yeni ayetlerle uyarılacak kadar büyük bir hataydı. Yine Kasas suresinde görüyoruz ki Hz. Musa yanlışlıkla da olsa bir adamın ölümüne sebep olmuştu. Bu ise bir önceki örneğe göre çok daha net bir hataydı. Fakat bu hatalar onların peygamberliğine engel olmadı. Burada irdelenmesi gereken Allah'ın onlardan kusursuz olmalarını mı yoksa yaptıkları hatalarına tövbe etmelerini mi beklediği meselesi.

   Çocukların ilerleyen yaşlarda yapmak istedikleri işler karşısında adım atamayacak, önlerine çıkan fırsatlarda bazı riskleri alamayacak kadar pasifize eden hata yapma korkusunun kodlarını yine en başta biz yazıyoruz maalesef. Hata yapmamayı öğretmekle, hata yapıldığında nasıl hareket edileceğini öğretmek arasında çok ince bir çizgi ve fakat siyahla beyaz kadar fark var. Hata yapmamaktan daha önemli ve daha kritik bir şey varsa o da hata yaptıktan sonraki eylemler. Çünkü yanlışlarımızı ancak yanlıştan sonra yaptıklarımız ile silebiliriz. Bu sebeple çocukların hataları karşısında ekseriyetle yapılan "neden şunu şunu yapıyorsun" şeklindeki tepki yerine, bu eylemin doğuracağı sonuçları izah etmek onu o yanlıştan çok daha sakındıracaktır. Yani bir çocuğun tuvaletten sonra elini yıkamaması gayet normal ve olası bir hatadır. Ama bunu tekrar tekrar yapması onun değil anne babasının hatasıdır. Çünkü ya umursamamazlık göstermişlerdir (Çocuktur yapar.) ya da doğru bir üslupla karşılık vermemişlerdir.(Gel buraya eşek sıpası seni!) Bu korkutma tutumu kısa vadede işe yarasa da uzun vadede daha büyük zararlara yol açar.

   Ben hatırladığım kadarıyla okulda öğretmenlerimden çok çok nadir azar işitmişimdir. Bunun altında akranlarım kadar yaramaz bir çocuk olmayışım gibi, yaptığım yanlış hareketlerden sonra özür dilemem ve yaptığım yanlışı doğrusu ile telafi etmemle de ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu anlayışı hayatımızın herhangi bir döneminde de uygulayabiliriz. Çok basit iki adım. Özür dile ve doğrusunu yap. İkisini tek bir ifade de birleştirecek olursak "sorumluluk al". Türk toplumunun tepesinden tırnağına her kesiminde tezahür eden bir hastalıktır bu. Çünkü türk ahlâk yapısında kendine yer bulamamıştır. Yalan söylememeyi, hırsızlık yapmamayı, adam öldürmemeyi çok iyi tembihleriz Ama yanlış yaptığımızda yanlışı üzerimize almamız söylenmez. Bu yüzden "arabayla yayaya çarpıp kaçan sürücü" artık klişe bir haber haline gelmiştir. Hastahaneye götürüp ameliyat masraflarını karşılamak ise halk kahramanlığıdır adeta. "Keçinin olmadığı yerde koyuna abdurrahman çelebi derler" hesabı. Bu hatanın sorumluluğunu almama durumunu gözlemleyebilmek için çok uzaklara bakmanıza da gerek yok bu arada. Ülkenin en büyük üç dört siyasi parti yöneticilerini takip edin, yeterli.

   Yönetici demişken hayatta en çok hata yapma endişesi yaşanılan alanlarından biri, şüphesiz iş yerleri. Bu, şirket yöneticilerinin altlarındaki çalışanlara yaklaşma biçimi ile bire bir ilişkili. Yeterli hata toleransını göstermeyen veya işten çıkarmayı, çalışana her an kullanabilecek bir joker kartı gibi hissettiren şirketler aslında farkında olmadan kendi ayaklarına sıkar. Zira bir kişinin işini en yüksek seviyede ve en faydalı şekilde yapabilmesi için en başta mental anlamda kendini iyi hissedebilmesi gerekir ve bunu sadece yüksek maaşla sağlayamazsınız. Para, gerekli ama tek başına yeterli olmayan bir araçtır. Daha fazlası gerekir. Buna karşın en büyük şirketlerde dahi yöneticilik vasıflarına sahip olmayan kişilerin önemli mevkilere getirilebildiğini sıklıkla görebilirsiniz. Çünkü yöneticiliğe yükselmenin en önemli ve belki de tek kıstası, işini iyi ve çok uzun yıllar yapmış olmak yani tecrübe sahibi olmaktır. Gel gör ki yöneticilik, işini iyi yapmanın yanında en başta iyi ikili ilişkiler kurabilme, kaliteli şekilde iletişime geçebilme yeteneği gerektirir. Altına "sıfır hata" baskısı yapan ve/veya yapılan hataları yapıcı şekilde karşılamayan yöneticiler, çalışanı kazanmak şöyle dursun aksine kişiyi kaybedecek, departmanından yeterli performansı alamayacak ve kendi üstlerine karşı elini zayıflatacaktır. Esasında bu en tepeden zincirleme şekilde ilerleyen bir yanlış. Yani üstünden baskı gören kişi de bu baskıyı altına göstererek bir nevi iletkenlik görevi görüyor ve durum domino taşı misali en uca kadar taşınıyor. Bu zinciri kıracak şey de yukarıda da bahsedildiği üzere doğru kişilere yöneticilik vermek ve o yöneticilerle doğru frekansta iletişime geçmek olacaktır.

   Bir hatanın tekrarlanması için "hata yapacağım korkusu" birebirdir. Beşiktaş futbol takımının efsane olmuş kalecilerinden Fevzi Tuncay, 2010 yılında Galatasaray ile çıkılan şampiyonluk maçında kendisine atılan geri pası, top yerdeki çukurdan sektiği için ıskalamış ve yediği golle takımını şampiyonluktan etmişti. Bakın o geri pası veren oyuncu Halilegic, olayın sonrasını nasıl anlatıyor. “Bu, Fevzi’nin tek hatası değildi, sonraki maçlarda benzer birkaç hatası daha vardı. Zaten sonra Fevzi kariyerinde inişe geçti. Beni de çok etkiledi. Mesela şimdi tribünlerde maç izlediğimde herhangi bir hatada etrafımda futbolculara edilen küfürleri duyuyorum. Düşünüyorum da o anda ne kadar küfür ve tepki olmuştur. Bizi çok olumsuz etkiledi. Ben zaten birkaç ay sonra hastalandım. O stresten sonra yavaş yavaş bir iniş yaşıyorsun. Sonraki süreçte Beşiktaş’tan ayrıldım.” 2010'daki o hatadan sonra Fevzi, 2011 yılında elinden kaçırdığı topla bir hatalı gol daha yemişti. Beşiktaş maçı 2-1 almıştı ama Fevzi'nin yediği golden sonra kafasını kale direğine defalarca vurması yıllarca unutulmayacak şekilde hafızalara kazındı. O seneden sonra da 2010 senesine kadar pırıl pırıl parlayan Beşiktaş kariyeri, kötü bir şekilde sona erdi. Bununla da bitmedi. Daha sonraki hayatında eşinden boşandı, parasız kaldı, nafaka ödeyemediği için hapse düştü.



   Aynı yıllarda Beşiktaş'ın unutulmazları arasına giren Nijerya'lı bir kalecisi daha vardı. Ike Shorunmu bir şampiyonlar ligi maçında Leeds United takımından tek maçta tam 6 gol yemişti. 6-0'lık tarihi yenilgiden akılda kalanlardan biri, Shorunmu'nun yediği gollerden sonra gülmesi oldu. Kendisi de takımdan sessiz sedasız ayrıldı. Hiçbir zaman bir dünya yıldızı olamadı. Fakat en azından hayatı dram filmine dönüşmedi. Bu iki farklı hikaye, bir hatanın insanı ne durumlara düşüreceğinin değil, hata sonrasındaki süreci doğru yönetmemenin, insanı ne durumlara düşüreceğine dair acı bir göstergesidir bizlere.



   Hata toleransından bu kadar bahsedip insanları yanlışlarından sakınmayacak kadar gevşetmek de doğru olmaz elbette. Bilen bilir teniste basit hata diye bir tabir vardır. Basit hata yapan sporcuya yaptırım uygulanmaz. Fakat iki kez üst üste basit hata yapan sporcu, puanı rakibine kaptırır. Hayatta da durum pek farklı değil. Hatalarımızda ısrarcı olmak vurdumduymazlık elametidir ki bu da hiç istemediğimiz bir durum. Tedbir almamak, küçümsemek, bir kereden bir şey olmaz demek, içine en sık düştüğümüz yanılgılardan.


   Kusursuz bir hayat sürmeye çalışmak haybeden gerçeküstü bir çabadır. Fakat kusursuzluğa giden yoldaki en önemli adımlardan biri, kusursuz olmadığını ve hiçbir zaman kusursuz olunamayacağını idrak etmektir.

  Senede bir yazı çıkartır olduk. Bu da bizim basit hatamız olsun.

  Görüşmek üzere.


27 Ağustos 2017 Pazar

Domuz Eti Haram Da Kul Hakkı Değil Mi?!

  • Merhaba.

  • Dünya hayatının baş döndürücü ve insanı vakum gibi içine çeken gerzek trafiğine kapılmamayı başarabilenleri kutlarım. Büyük iş.
  • Bence dünyadaki en büyük hayal kırıklıklarından biri, sanat dallarından herhangi birinde çok uzun süre çıkmasını beklediğiniz bir ürünün beklentiyi karşılamaması.

  • Bir sanat eserini beklemek demişken, bence sanatçılar sevenlerinin ısrarla isteyerek beklediği bir eser varsa bunun üzerine çalışmayı reddetmeyi hoş bulmuyorum. Kulağa çok bencil gelebilir. "Yapmazsa yapmaz kardeşim zorla mı" diyebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Ama bir şair ya da roman yazarı yazmayı, bir ses sanatçısı şarkı yapmayı, bir yönetmen ya da senarist film çekmeyi nasıl reddebilir ki? Ya da niye reddetsin ki? Bunda hafif bir şımarıklık kokusu bile var diyebilirim. Bu durumu kabullenebileceğim tek geçerli sebep, mevzu bahis sanatçının geçmiş işleri kadar iyi bir iş çıkaramayacağı fikrine sahip olması. Bu anlaşılabilir birşey.

  • Son iki maddeden sonra Barış Bıçakçı'nın adı anmasam olmazdı. Beş yılda bir kitap çıkarıyosun. Onu da incecik çıkarıyosun. O da "Seyrek Yağmur" gibi olmasın be abim. Bitiremeden bırakmıştım kenara. Kusura bakma.

  • Size önerim eğer anne babanız facebook kullanıyorsa ara ara gizlice telefonlarını alıp hesaplarını elden geçirmeniz. İleri yaşlı insanların sosyal medyayı kullanma şekilleri çok sakıncalı olabiliyor. Koca puntolarla yazılmış provokatif paylaşımlar, yalan yanlış haberler, "paylaşalım herkes görsün" şeklinde ki sansürsüz şiddet, patlama çatlama vs. videoları... Yarım saat içinde kafayı sıyırabilirsinz. Eğer anne babanızın akıl sağlığını düşünüyorsanız bunları engellemek onlar için iyi olacaktır.

  • Farkında mısınız bilmiyorum artık yaz mevsiminde bile televizyonda komedi dizisi yok. Tabi ki dizilerde mizah öğeleri var ama benim bahsettiğim salt mizah üzerine yazılmış bir dizi. Gülmek isteyen televizyon seyircisini, zamanında iyi olan ama şimdilerde hafiften azalarak bitmeye başlayan "Güldür Güldür Show"a mahkum ettiler. Ama hâlâ Şevket hoca karakterinin ekmeğini yemeye çalışıyor orası da. Bırakın artık sadece metroda nescafe reklamı olarak görelim onu.



  
  • Mutluluk sıralamasında listenin en aşağısındaki ülkeler arasında iken ve antidepresan kullanımının yüksek oranlarda görüldüğü bir toplum iken televizyonda da devamlı gerilim, endişe, korku temalı yapımların pompalanmasında bir tezatlık yok mu? Bunun şöyle bir açıklaması olabilir. Seyirci bunu istiyor. Bu diziler reyting yapıyor. O yüzden bu diziler çekiliyor. Peki. Ama bu da sorunumuzu gidermiyor. Zaten hayatında yeterince olumsuzluklar bulunan bir insan niye akşam oturup çocukları kaçırılan bir annenin aşırı dramatik mücadalesini ya da işte çeşitli oyunlarla araları bozulmaya çalışılan çiftin hüzünlü aşk hikayesi ya da hep babasından şiddet görev bir gencin başından geçenleri izlemek ister. Türkiye'de zaten yeterince çocuk şiddeti, tecavüz vb. olay yok mu? Bunları izlemek istiyorsak akşam haberlerinizi izlememiz yeterli. Hem senaryo da değil hepsi gerçek. Niye sıkılmıyoruz biz artık bu dizilerden? Ya kendimizden çok aşağıda maddi ya da manevi sefalet içersinde olan karakterlerin ya da bizden çok çok yukarda lüks hayatları olan, jeeplerle gezen insanların aşk hikayelerini izletiyorlar. Yani yakın tarihte çıkan bir komedi dizisi var mı desem akla en fazla Kardeş Payı gelir. Üzerinden iki sene geçmiş. Peki devamlı arkada gerilim müziğinin çaldığı dizileri sayalım desem eminim ki hemen hepimiz yayında olan 4-5 tane dizi sayabiliriz. Türk toplumu komedi işini sevmiyor desek, türk sinema tarihinin en çok izlenen filmleri komedi filmi olmazdı herhalde. (Gerçi birincisi Recep İvedik ama orayı hiç karıştırma.)

  • Neyse ki bence Avrupa Yakası'nda bu yana dikiş tutturamamış ve uzun süredir ortalarda gözükmeyen Gülse Birsel'den güzel bir haber geldi. Nihayet bir dizi ve bir de film projesiyle geliyormuş. Bu kadının mizahi zekasını seviyorum. Umarım güzel, gelecek bölümü beklemeye değer bir iş çıkartır. Yalnız o Golf reklamı hiç olmamış.


  • Cuma namazından önce hoca cemaate "Yeni ayakkabıyla, özellikle ayakkabınız spor ayakkabı ise onunla camiye gelmeyin. Utanmadan güvenlik kamerasına gülerek çalıyor hırsızlar." uyarısı yaptı. Bu bugünün müslüman topluluğu için bir dramdır. Bir utançtır. Osmanlısıyla övünmeyi huy edinmiş türk topluluğuna hatırlatmak gerekir ki, Osmanlı zamanı kapılarda kapı kilidi diye birşey yokmuş. İhtiyaç duyulmuyormuş zaten. Nerelerden nereye işte. Müslüman gençlere namazı, orucu öğrettğimiz kadar hırsızlık yapmamayı, yalan konuşmamayı, iftira atmamayı öğretebilsek keşke. Fakat ne yazık ki, küçük de olsa yalan söyleyemeyen insanlara "doğrucu Davut" diye lakap taktığımız bir zamandayız. Allah hepimize domuz eti yemekten çekindiğimiz kadar kul hakkı yemekten çekinmeyi de nasip etsin.
  • Deniz Akkaya demiş ki: "Ne giyileceğini benden iyi kimse bilemez. Bunu sokakta poğaça yiyen birinden öğrenecek halim yok."

    Expresso eşliğinde kruvasan yerken konuşabiliyor muyuz peki? Bu nasıl bir egoymuş yahu? Ağırlık yapmıyor mu sende o? 40 yaşına gelmişsin, çocuk çocuğa karışmışsın. Artık biraz akıllanmanızın ve durulmanızın zamanı gelmedi mi? A pardon kaşarlı - susamlı poğaçayı çok severim ben. Sustum.

  • Ölüm orucu, bence hak arayış çeşitlerinin içinde en işe yaramaz olanı. Tarihe baktığınızda zulüm görmüş ve ölüm orucu tutarak veyahut kendine zarar vererek hakkını geri alabilmiş kaç figür görebiliyorsunuz? Martin Luther King? Malcom X? Gandi?

      Adalet mi istiyorsunuz? Bunu ölüm orucu tutup yatağa düşen gencecik insanlara çeşitli illüstrasyonlar, güzellemeler yapmak yerine, bu insanları ayağa kaldırarak güçlenmesinin yollarını arayın. Unutmayın ki bu insanların haklarını geri alabilmeleri için yaşamaları gerek. İntihara sürüklenmek bir çözüm değil.

  • Bir süredir hem çevremde hem de internet ortamında dikkatimi çeken bir durum var. Aslında ne zamandır bununla ilgili henüz ayyuka çıkmadan birşeyler yazmak istiyordum ama fırsat bulamadan gündem maddelerinden oldu bile. Nedense "türkiye'ye gelen suriyeli şerefsizler burada sefa sürüyor" gibi bir algı yapılmaya başlandı. "Ülkemde suriyeli istemiyorum" kampanyaları gırla gidiyor. Öncelikle şuradan başlayalım. Şu an ülkede kayıtlı 3 milyon civarı suriyeli var. Bu sayı kayıtsız olanlarla daha fazladır ama biz 3 milyon diyelim şimdilik. Bu 3 milyon suriyelinin hepsinin tek tip bir karakter, tek tip bir zihniyet ve tek tip bir amaç uğuruna buraya geldiğini düşünmek yanlış bir hareket. Bu çok açık.

    Bir şeyi vurgulamam gerek. Bunları yazarken mültecileri ne savunuyorum ne de yeriyorum. Nitekim taraf tutmama sebep verebilecek bir tane bile suriyeli tanıdığım da yok zaten.

    Her toplumun içinde olduğu gibi suriyelilerin içinde de uğurlusu da var uğursuzu da. Ortak yönleri, üzerinden geçilen koca bir medeniyetin enkazından kaçmaları. Nitekim sadece Türkiye'ye değil dünyanın bir çok ülkesine dağılıyorlar. Göç etmeyip ülkeleri için savaşmaları gerekiyor mu gerekmiyor mu burası tartışılır. Burada esas konu daha çok türk tarafının kullanmaya başladığı nefret dili.

    Gelen suriyeliler sosyal düzeni bozuyor olabilirler. Hırsızlık tecavüz olaylarına karışıyor olabilir. (Gerçi bu olaylardan onlar olmadan da zaten yeterince çok.) Fakat bu düzen bozulmasından dolayı sorumlu tutulacak kişi en az bu işleri yapan suriyeliler kadar,(hatta belki onlardan daha fazla) onları ülkeye hiçbir kontrol sistemi olmadan hurraa diye alan akıldır. Hatta o akıl ki 3 milyon suriyeli üzerinden Avrupa ile pazarlık yapıp 3 milyar Euro karşılığı mültecileri kabul etme anlaşması yapan akıldır. Hiçbir kontrol sistemi olmadan, gelen insanların buraya adapte olması için hiçbir altyapı oluşturmadan bu kadar yüksek sayıda göç almanın doğuracağı çok olası sorunlar değil mi bu yaşadıklarımız? 

    Bir de bu insanlara kin besleyen kesime hatırlatmak gerekir ki bizim milletimizden de yaklaşık 60 yıldır daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için Almanya'ya göç edenler var ve hatta bazıları Almanya'nın yarısının Türk olması ile övünç duyuyor. Gurbetçi türk dediğimiz kesmin ise 3. nesil olsa bile Almanya'nın sosyal düzenine uymayı hâlâ ısrarla reddettiğini oraya yolu düşen herkes tanık olacaktır.

    Velhasıl kelam bu göçebelik konusunda önce aynaya bakalım. Bu durumun sorumluluğu kimlere ait bir düşünelim. Hatta iki kez düşünelim. Sonra isteyen istediği yorumu yapar zaten.

  • Bu nefret dilinin mide bulandıran başka örneklerinden biri daha peydah oldu son zamanlarda.:"Yallah Arabistan'a"

    Daha çok seküler kesimde gözlemlendiğini düşündüğüm bu söylem; ülkenin aynı zamanda aydın, özgürlükçü ve modern tarafını teslim ettiği iddaa edilen kesimden duyulduğu için kendi için de bir tezatlık da taşıyor. Çünkü bildiğim kadarıyla düşünce ve ifade özgürlüğü, doğru ya da yanlış fikirleri yüzünden insanlardan ülkeyi terk etmelerini talep hakkını doğurmuyor. Sırf daha muhafazakar bir düşünce yapısına sahip olduğu için veyahut ülkedeki bazı öğelerin kendi istekleri doğrultusunda daha muhafazakar şekilde yaşanmasını talep ettikleri için "ya sev ya terket" benzeri zorba bir söyleme maruz kalıyorlar. Yanlış anlaşılmasın burada bahsettiğim, çevresine kendi yaşama şeklini dayatmaya çalışan birisine gösterilen tepki değil. Sıradan bir söylemin bile karşılığı olabiliyor ve dahası giderek daha fazla kullanılan popüler bir tepki haline geliyor.

    Örneğin bir futbolcu facebook'ta, New York'taki ünlü Times meydanında çektirilmiş bir adet fotoğrafını paylaşıp altına "Herkese iyi bayramlar dilerim" notunu düşmüş. Bir kullanıcı da yorum olarak "müslüman bayramını kafirin ülkesinde gezerek kutlama işin ayrı bir boyutu." yazmış. Yani kendi düşüncesine göre tasvip etmediğini dile getirmiş. Buna verilecek karşı cevap en fazla şu olmalı normalde. "Bence bir problem değil oraya gitmesi. Herkesin kendi tercihi."

    Gelen cevaplar şu şekilde:

    "Cahil köpek, seninle burada coğrafya konuşacak değilim. Yallah arabistan'a haydee."

    "S...t g.t o zaman Arabistan'da yaşa."


    Bunları yazanlar da 13-14 yaşından grubundan çocuklar değil, koca koca evli barklı insanlar.

    Doğru veya yanlış da olsa küfür veya hakaret içermeyen bir yorumun karşılığının bu olması, çok acı değil mi?

    Herşeyi geçtim biz gerçekten nasıl bu kadar aşağılayıcı, bencil, tolerans ve empatiden bu kadar uzak bir topluluk haline geldik? Mankeni çıkar çobanı, poğaça yiyeni hor görür. Ötekisi çıkar yerlisine mültecisine yallah çeker. Bir hadsizlik bir kendini bilmezliktir kopmuş gidiyor.

    Ece Temelkuran'ı sevmem ama kadının yıllar yıllar evvel sorduğu mottoluk bir soru vardı. "Bir zamanlar bu ülkede insanlar güçsüzlerin yanında saf tutardı. Bir zamanlar biz kaybeden takımları tutardık. Siz ne oldu da, ne zaman, nasıl bu kadar zalim oldunuz?" diye sormuştu birilerine.

    Bu soru bugün artık ülkenin her kesiminden büyük bir çoğunluğuna sorulmalı.

  • Görüşmek üzere...

3 Haziran 2016 Cuma

Bu Özgürlük Bizi Bozmasın Be Cengiz?!

   
Merhaba.

  Toplumca özgürlükle ve özgürlük kavramı ile ilgili büyük bir problemimiz olduğumuzu düşünüyorum. Ya ona gönlümüzce sahip olmak istiyoruz ya da birileri tarafından gasp edilirken bile gıkımız çıkmıyor. İkisi de en az bir diğeri kadar tehlikeli. Dünya genelinde ve Türkiye’de insanların en temel haklarının bile kısıtlandığı ya da tamamen ortadan kaldırıldığı, hatta ve hatta bu engel ve kısıtlamaların legalleştirildiği zaten çoğumuzun malumu. Benim son zamanlarda daha çok gözüme batan madalyonun diğer yüzü. Yani canının her istediğinin özgürlük kapsamına dâhil etmek isteyen tayfa.

   Önce şu noktada birleşmemiz gerek. Özgür değiliz. Özgürlük kavramı için şöyle bir cümle söylenegelmiştir. Herkesin özgürlüğü diğer kişinin özgürlüğünün sınırında biter. Ben sınırları olan bir özgürlüğe özgürlük diye bakamıyorum. Hayvan bahçelerinde ki hayvanlar kendilerine ayrılan bölümlerde istedikleri gibi hareket edebiliyorlar. Peki, bu onları özgür kılıyor mu? Onlar için özgür diyebilir miyiz?

   Ne diyorduk. Özgür değiliz. Olmamalıyız da. Evet olmamalıyız. Çünkü sorumluluklarımız var. Her hareketimiz bir bilinç çerçevesinde gerçekleşiyor ve gerçekleşirken de herkesin ama herkesin kendisine ve çevresine karşı birer sorumluluğu var. Bu bizi hayvandan ayıran birkaç özellikten biri ve tek başına özgürlüğümüzün ortadan kalkması için yeterli bir sebep.

   Bir özgürlüğün kısıtlanması ve/veya engellenmesi çoğu zaman kötü bir durum olarak algılanır. Çünkü insanoğlu yapısı itibari ile kontrol altında tutulmayı, denetimden geçmeyi, günah, suç, ceza, yasak gibi kavramları sevmez. Hâlbuki insan gibi yozlaşmaya meyilli, doyumsuz, 2016 senesinde olmasına rağmen birçok yönden hâlâ cahil ve çok çabuk bir şekilde kötü yönde bozulabilen bir varlığa sınırsız hak ve sıfır denetim verdiğinizde elde edeceğiniz şeyi ben size söyleyim: Kaos.

  Trafiğe çıkan her araç sahibinin, istediği hızda gidebildiği bir dünya hayal edebiliyor musunuz? Edemiyorsunuz. Hâlbuki kulağa daha hoş gelen bu değil mi? Bilmem kaç bin avro para verip bilmem kaç bin beygir gücünde olan spor arabayı alan biri, niye sırf devlet öyle diyor diye bir yolda 50 ile gitmek zorunda kalsın? Peki, o spor arabanın sahibi 300 ile giderken bir ölüme sebep olduğunda sorumluluğu kime vereceksiniz?

İşte insan yolda neden istediği kadar gaza basamıyorsa yaşamının hiçbir alanında da aynı sebeple istediği gibi gaza basamaz. Yani basabilir tabi. Ama karşılığını da görür. Görmesi gerek.

Dedim ya insan doyumsuz olabilen bir yaratık. Aşırılığa gitmeyi seviyoruz. 1 iken 3, 3 iken 5 istiyoruz. Daha fazla ve daha fazla… Her özgürlük bir adım daha ötesindeki özgürlüğü tetikliyor. Şunu yapabiliyorsak hadi bunu da yapalım. Hani elini verip kolunu kaptırmak deyimi var ya, bugünkü durumumuz da budur. Eğrisine doğrusuna bakmadan belli bir kesim tarafından kabul gören her ne ihtiyaç varsa “kardeşim bu bizim özgürlüğümüz kimse karışamaz”a getiriveriyoruz konuyu. Özellikle kamuya açık alanlarda evinde hareket ettiği gibi hareket edebileceğini düşünen kocaman bir insan yığını var. Bunu kendi gözümle gördüğüm için rahatlıkla yazabiliyorum. Toplumun geneli ortak kanaate vardığında problem yok pek ama fikir ayrılığı yaşadığımız zamanlarda ise ortaya atılan argüman ise çoğu zaman şu: “Bu benim özgürlüğüm. Rahatsız olan varsa o kendi problemi”. Ne kadar sığ, ne kadar empatiden uzak değil mi?

   İşin kötü yanı devletin kanunları da bir ölçüt değil. Kapalı alanlarda sigara içme yasağı 2008’de yürürlüğe sokulmuştu. Çok değil sadece 8 sene öncesi. Yani o zamana kadar legal olarak insanlar başkasının içtiği sigaranın zehirli dumanına maruz kalıyor ve içen kişi “ben istediğim yerde sigara içerim kardeşim rahatsız olan sktirsin gitsin başka yere” diyebiliyordu. 8 senedir illegal olan bu durum eskiden de yanlış değil miydi peki?

   8 sene öncesinde sigara için geçerli olan bu durum, bugün birçok başka konuda geçerli. Değişen bir şey yok. Ve fakat insanlar tüm bunları özgürlük kisvesi altında savunuyor, yasak olan birçok şeyi de yine aynı yolla legalleştirme mücadelesi veriyor.

   Nisan ayında Avrupa ülkelerinden biri olan Fransa’da 2 yıldır ertelenen ve sonunda kabul edilen yeni bir yasa ile fuhuş yasaklandı. Fuhuşu daha önce İsveç, Norveç, İzlanda ve İngiltere illegal hale getirmiş. Bu ülkelerden bazıları hukuk, hak, özgürlük gibi konularda parmakla gösterdiğimiz örnek kabul edilen ülkeler. Diğer yandan Hollanda, Almanya gibi ülkelerden gelen eş dost akrabaya sorulan soru hâlâ “red light’a gittin mi? ehe ehe” oluyor. Negatif tarafları burada tek tek yazmak istemeyeceğim kadar çok olan ve savunma sebebi olarak ise kadınların yaşamlarını geçindirecek parayı kazanmaları, erkeklerin ise ihtiyaçlarını gidermesi (mide bulandıracak kadar naif bir tabir) gibi saçma sapan nedenlerin gösterildiği fuhuş, Türkiye’de henüz illegal değil. Fuhuş serbest ama fuhşa azmettirmek hapis yatma sebebi. O da çok değil 2 ile 4 sene arasında. “Henüz gelişmekte olan ülkeler”den olan güzel ülkem, bu alanda da ancak bu kadar gelişebilmiş henüz.

   Tuhaftır redlight denince akla gelen ilk şehirlerden olan Amsterdam’da, 2-3 ay önce belediyenin aldığı karar ile kadın çalışanların diz üstü etek ve elbise giymeleri yasaklanmış. Fuhuşun yasaklandığı Fransa’da ise dünyanın birçok ülkesinde yasallaşmayan eşcinsel evliliği serbest 2013 yılında serbestleştirildi. Yani haklar ve özgürlükler bugün Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere çok flu şekilde dağıtılmış yada engellenmiş durumda. Belli bir standart yok.

   Serbest bırakılıp bırakılmaması yıllardır tartışılagelen bir diğer konu, porno kavramı da Yunancada fuhuş anlamına gelen porneia kelimesinden gelmektedir. Porno filmler gibi fuhuş gibi kadını belli bir meblağ karşılığında erkek karşısında değersizleştiren ve ihtiyaç görme aracı haline getiren şeyler, dünyanın birçok kısmında hâlâ destek görüyor ve özgürlükler dâhilinde değerlendiriliyor. İşin garip ve kötü yanı bunu sadece erkekler değil kadınlar da yapıyor.

   Bu ikisi burada bahsetmek isteyeceğim şeylerden sadece iki tanesiydi. Daha birçok lüzumsuz özgürlüğümüz var.

   Geleceğe dair endişem ise her türlü yozlaşmanın "özgürlük" ve "çağdaşlık" adı altında normalleştirilmesi.

10 Ocak 2016 Pazar

Mutluluk Bakterileri ve Modern Dünya Mağduriyetleri


·        
Merhaba.

·          Vücutta mutluluk hormonu dediğimiz endorfinin seviyesi bağırsaklardaki bakterilere bağlıymış. Hatta sebebi bilinmeyen depresyon bağırsak problemlerinin habercisiymiş. Bence mutluluk kadar önemli bir şeyin insiyatifini bağırsağımızdaki bakterilere bırakmamalıyız. Evet Allah öyle yarattıysa endorfin seviyemiz onlara bağlı olabilir ama onlardan bağımsız olarak mutlu olmayı bilmeliyiz bence. Zaten önemli olan doğal yollardan salgılanan endorfin ile mutlu olmak değil midir? Elimiz kolumuz bir iki miligram hormon tarafından bağlıysa o zaman hiç 15-20 yıllık evlilikler olmaması gerekiyor. Zira aşk hissine neden olan hormon da beyinde en fazla 3 yıl salgılanıyormuş. Şimdi 3 yıldan uzun süreli beraberliği olan insanlar birbirine aşık değil mi yani? Hadi canım sen de.



·          Geçen gün otobüste bir duruma şahit oldum. Yanımdaki genç otobüsteki popülasyonun büyük çoğunluğunun yaptığı gibi elindeki telefonu karıştırıyordu. Instagram sayfasında ki her bir fotoğrafı hızlıca beğenip bir sonraki fotoğrafa geçti. Sanki yıllarca telefonundan ayrı tutulmuş ve fotoğraf beğenememekten kafayı sıyırmış bir halde bütün fotoğrafları beğendi ineceği durağa kadar. Bunu yaparken de fotoğrafları inceleme süresi takribi 1-2 saniye oldu. Düşününce aslında bunu yapması, indiği durakta ki insanları kim olduğuna bakmadan öpüp gideceği yere öylece insanları öpe öpe gitmesi gibi bir şey. Aynı değil ama benzer. Ya da mesela 10 yıl önce insanlar yedikleri yemeklerin fotoğraflarını çekip 50’şer 100’er bastırıp sağa sola gönderiyolar mıydı? Gönderseler çok mantıksız bir hareket olmaz mıydı? Bugün yapsak deli demezler mi? Ama teknoloji yardımıyla çok daha hızlı bir şekilde yapıyoruz mesela. Kimse de garipsemiyor. Atıyor beğenisini geçiyor otobüsteki genç gibi. Tuhaf.


·          Sosyal medya insanları garip yerlere götürüyor hakikaten. Bunu söylerken bu mecralara yada bu mecraları ortaya çıkaran insanları suçlayıp kötülemek için söylemiyorum. Sonuçta ne olup bittiği yine insanın beyninde ve elindekini kullanma biçiminde. Yani sanal alemde embesilce yapılan davranışların sorumlusu yine insandır. “Televizyon toplumu salaklaştırıyor.” E o zaman izlemesin. Bu kadar basit değil mi? Ya da illa ki izlicekse gidip evlilik programı izlemesin en azından. O programlar ısıtılıp ısıtılıp tekrar önümüze koncaktır. Başımızın çaresine biz bakıcaz. Sırf haber için açsan haberler de insanın yaşama enerjisini emiyor hakikaten. Kötü olaylara sırt çevirip vurdum duymazlık yapılmasın tabi ama orta karar hareket etmek lazım bence. Dedim ya kullanma şekilleri çok önemli. Mesela Periscope denen sosyal medya uygulaması, türk gençliğinden hâlâ tiksinmediyseniz mükemmel bir platform bence. Kısa sürede ülke geleceğinden umudunuzu kesebilirsiniz sayesinde. Ayrıntıya girip uzatmıcam. Küçük yaşta kızlar, on bin azgın tekeye (10k mı demeliydim?) favori seks pozisyonundan bahsedip daha çok kalp atmalarını isterken ben o program sayesinde Viyana’da konaklamamız için bana kapısını açacak, ve Viyana’yı çok daha güzel bir şekilde gezmemize vesile olacak bir arkadaşla tanıştım mesela. Nasıl kullanıyorsan ona hizmet ediyor yani. Sosyal medyalar televizyonlar tehlikeliyse onu tehlikeli kılan yine bizleriz.

·            İnsanların kendilerinin sebep oldukları şeyden yine kendilerinin mağduriyet yaşamlarına, sonra da “mağduruz :/” şeklinde dudak bükmelerine tav oluyorum. Televizyon haberciliğinin en saygın isimlerinden birisi olan Mirgün Cabas’a kadının bugün neden cinsel meta olarak kullanıldığını sorsanız eminim bir saat bununla ilgili size birçok çıkarımlar yapıp bunun ne kadar kötü bir durum olduğundan dert yanabilir. Gelin görün ki geçen hafta kendisine ait derginin bir tweetini retweetledi. İçerikte jartiyerli bir hatun fotoğrafı ile pirelli takviminden hayal kırıklığına uğrayanları love dergisinin çekim videolarını izlemeye davet ediyordu. E adama sorarlar Mirgün Cabas madem kadın cinsel obje olarak kullanılmasından rahatsızsın, ne diye kadının meta olarak kullanıldığı bu görseller sayesinde iki üç tık fazla alma, iki üç dergi fazladan satma derdine düşüyorsunuz. Burada bir tezatlık yok mu şimdi? Bunun adı ya iki yüzlülüktür ya da akıl tutulmasıdır? Tercih sizin. Yanlış anlaşılmasın amacım Mirgün Cabas’ı destek göstermek değil. Güneş’in değil paranın etrafında dönen dünyada kadını metalaştıracak ve toplumları yozlaştıracak her türlü faaliyete, karşı koymak bir yana dursun destek çıkan devlet ve toplumların sonra bu durumdan rahatsızlık duyup timsah gözyaşı dökmesidir eleştirim.

Kadın vücudunun seks objesi olarak görülmesinin bitmesini yada en azından azaltılmasını mı istiyorsunuz?

-Porno sektörünü bitirmeniz gerek.
-Victoria's Secret ve benzeri amacından sapmış bilimum defileleri bitirmeniz gerek.
-Youtube gibi en çok izlenen video sitelerini "öpüşme cezalı sevişme cezalı oyunlar", "sexy pranks" gibi tık kovalayan kanallardan arındırmanız gerek.
-Sex sells mantığıyla ilerleyen internet sayfası ve basılı yayınları göğüs, kalça vb. öğelerden geçilmeyen, kadın vücudunu hat safhada kullanan yaşam dergilerini bitirmeniz gerek.
-"Seksi fotoğrafları için tıklayınız" haberciliğini bitirmeniz gerek.
-Tv'de akü reklamını bile sivaslı cindy üzerinden pazarlamaya çalışan seksist reklamcılık anlayışını bitirmeniz gerek.
-Tv'de "sıcak dakikalar için hemen ara beni" temalı gerzek yayınları bitirmeniz gerek.
-Sadece göğüs uçlarını yıldızlayıp boy boy çıplak hatunları basan bulvar benzeri her türlü gazete ve basılı yayını bitirmeniz gerek.
-Tekstil ürünü satıcam diye mağazalarının duvarlarını neredeyse çıplak model fotoğrafları ile kaplayan şirketlerin bu çalışma şekillerini bitirmeniz gerek.
-Pitbull gibi şarkılarında kadınları aşağılarken kliplerinde sadece yarı çıplak hatunları kullanan sözüm ona Amerikalı şarkıcılara sınırlama getirmelisiniz.

Tabi bunları yaptığınızda büyük bir ekonomiye balta vurmuş olursunuz. Dikkat edin, bu saydıklarımda erkekler ile birlikte kadınların da parmağı var.

Kadını seks objesi olarak gösteren zihniyeti azaltırsanız, kadını seks objesi olarak gören zihniyeti de büyük ölçüde sekteye uğratmış sayılırsınız.

Bu kadar basit.

Peki bu saydıklarımı yapmak mümkün gözüküyor mu? Tabi ki hayır. Hatta ütopya.

·          “Çocuklar ölmesin” demek ne zamandan beri PKK veya terörizm propagandası yapmak anlamına geliyor? Ben mi arada bir şeyler kaçırdım yoksa insanlar akıllarını mı kaçırdı? Bu mantıkla “Çocukların ölsün” demek de PKK ve terörizm karşıtlığı anlamına geliyor herhalde. Hmm…

·         Hayatta kabul etmemiz gerek bazı şeyler var. Mesela ne kadar iyi olursanız olun, sizi kötüleyenler olacak. Aynı zamanda ne kadar kötü olursanız olun, yine destekçileriniz çıkacaktır. İyilerin kötülenmesi problem değil de kötülerin şakşaklanması akıl almaz. Şu aralar bunu en iyi Donald Trump denen şaklabanın açıklamalarında görüyoruz. Umarım ABD’nin başına geçemez ama şöyle bir gerçek var: Seçimi kazansa da kazanamasa da bu adama oy verecek büyük bir potansiyel var orada. Bu sapık adam, sözde özgürlükler ülkesi Amerika’da konuşmasında müslüman kadını dışarı attırıyor ve yüz binlerce insan destek çıkıyor. Bugün almanların yüzlerinin kararmalarına sebep olan ve utanç kaynağı olarak gördükleri nazi Almanya’sında, ne yaptıysa “üstün alman ırkı için” yapan Hitler’in her konuşması yüz binler tarafından alkış tutularak tezahüratlar ile karşılanıyordu. Bugün “Amerika’nın güvenliğini düşünen” Trump da kirli fikirlerini hayata geçirme fırsatı bulursa 50 sene Amerikanlar için aynı şeyler söz konusu olabilir. Bu konuyu Mevlana ile bitirmek istiyorum.

"Bir zâlimin, kötü bir kişinin övülmesinden gökler titrer. Allah’tan korkan bu işe cür’et edemez."

·          Yazmak insanı hafifletiyor. Bu duyguyu unutmuş olmak da benim ayıbım olsun.

·           Görüşmek üzere.

14 Kasım 2015 Cumartesi

Her Konuşanı Havaya Mı Uçuracaksınız?

(Bu yazıda bir kereye mahsus olarak cümleye büyük harfle başlanır kuralına uyulmamıştır.)


böyle şeyler ve haberlere her çıktığında müslümanların aklı durur, felce uğrarız. buna nasıl cevap vermeliyiz? trajedilerin biriyle ancak başa çıkabilmişken haberlerde yenisini görüyoruz, sonra bir tane daha, bir tane daha...

bunlar farklı olaylar. bazen birilerinin müslümanlara yaptığı olaylar, bazen de müslümanların başkalarına yaptığı olaylar... iki durumda da zekice bir cevabın olacağı ya da sadece kişisel olarak değil bir topluluk olarak ve geniş anlamda bir ümmet olarak nasıl başa çıkmamız gerektiği konusunda tamamen şaşırıp kalıyoruz.

değinmek istediğim 4-5 nokta var.

paylaşmak istediğim ilk şey, bir hakikati belirtmek.

suçlular suçludur. dinlerinin ne olduğunun bir önemi yoktur.

bir katil, öldürülmeyi haketmeyen birini katlettiğinde müslüman, hristiyan, yahudi ya da ateist farketmez. yasalar önünde de müslümanların gözünde de aynıdırlar. suç işleyen bir müslüman olsa da benim ya da müslümanların gözünde daha az suçlu olamaz. olay bu değil.

yani "tüm müslümanlar kardeştir" ile adalet anlayışınızı birbirine karıştırmayın. aslında Allah Kuran'da oldukça açık bir şekilde adaletten yana olmamızı istiyor.

nisa suresi 135. ayetin muhammed esed meali şu şekilde.

siz ey imana ermiş olanlar! sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik yaparak adaleti gözetmeye azmedin. o kişi zengin de olsa fakir de olsa, Allahın hakkı onların her birinin (hakkının) önüne geçer. öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. çünkü, eğer (hakikati) çarpıtırsanız, bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

"sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de olsa..."

müslümanlar yanlış birşey yaptığında da yanlış olan şey yanlıştır. birşeylerin ardına saklanıp kimseyi aldatamazsınız ve birçok insan için adalet söz konusu olduğunda, misilleme yapmakla adalet karıştırılıyor. adalet mi misilleme mi! daha net olsun diye size çocukça bir örnek vereceğim.

çocuklarınızdan biri yanlış birşey yaptığında ve bunu ona söylediğinizde "kardeşim yaptı, o da aynısını yaptı" der.  ne var biliyor musunuz? başkasının yanlış yapması sizin yanlış yapmanızı meşrulaştırmaz. siz kendi suçunuzdan sorumlusunuz. olayı saptırıp "peki onlar ne olacak?" diyemezsiniz" onlarla ayrı uğraşacağız. çünkü apayrı bir sorun. onların sorunuyla, kendi yaptığınızın karıştırmayın. yani yüklendiğiniz sorumluğu kendiniz taşıyacaksınız. 

ikincisi,

bu insanlar islam adına böyle çirkin suçlar işledikleri için aslında utanç kaynağıdırlar. müslüman cemaati için utanç kaynağıdırlar hatta bundan daha da fazlasıdırlar. onlardan dolayı biz utandık ve aşağılandık. başka yolu yok ve evet ben suçlu değilim. hiçbir şey yapmadım. ama onlarla paylaştığım birşey var. bu insanlar müslüman ya da müslüman olduklarını iddia ediyorlar. islam adına bir eylem sonuçta ya da ne adınaysa artık. bunu iddia ettikleri sürece onlarla ortak bir yanım var. en azından bir kelime!

sadece bir kelime.

bu da aşağılanmaya yeterli. şimdi de bunun benim ve müslümanlar için ne anlama geldiğine değinmek istiyorum. ilk ve en önemli olarak anlamamız gereken bir şey var. biz kollektif bir sorumluluk almalıyız. ümmet bir kaosta ve bu ümetteki herkes her birey her vatandaş bu kaosu sona erdirmek için bir sorumluluk almak zorunda. kabiliyetimize göre ne yapabiliyorsak yapmalıyız. evet dünyadan kaosu defedemeyiz ve çılgınlığında içindeki fanatikliği de defedemeyiz. ancak biz en azında kendimize düşen sorumluluğu yerine getirmeliyiz. ama kesin olan birşey, bu çılgınlığı ilerleten kaosun yayılmasına sebep olan şeylerden biri, bazı müslümanların zihninde bu insanlar bir şekilde meşrulaştırılmış. islami açıdan bir şekilde yapılması gerekeni yapmış gibiler.

herhangi bir şüphe ya da karışıklık olmaksızın, size su götürmez birşey söylemek istiyorum.
bu dini anlamaya çalışalı şimdi 10 yılı geçti ve hiçbir şüphem yok ki, bu olayların islam'la bir alakası yok. islam'a hiçbir şekilde yanaşmıyor bile. müslümanlara şunu önermek gerek. o karikatür ya da youtube videolarına bakmayın. ya da o küçük düşürücü yorumları okumayın. çünkü vaktinize değmez. 

ama şunu belirtmek gerek.

peygamber adına, islam adına, Allahu teala adına yapılan ve islam'a aykırı yapılan şeyler o karikatürlere benzer. onlar islam'a karşı kirli propaganda yaparken sen de dininin onurunu kırarak islam'a karşı başka bir propaganda yapmış oluyorsun.
nefret, ölüm, haksızlık yayıyor ve bu şekilde Allah'ın dinine çağırıyorsun. bu da bir suç. bundan eşit derecede incindik. çünkü bu da kendi içinde bir suç.

ikinci nokta ise,

onlar mazerete sahip değiller. bazı insanlar peygamberin zamanında ki yarı arap yarı yahudi ünlü şair ka'b bin eşref'in örneğini verirler. peygambere karşı çok aşırı bir düşmanlığı vardı. müslümanları köşeye sıkıştırmak ve Allah'ın isteğinin tam tersi bir yola iletmek için vesile arıyordu. ayet özel olarak onun bir çok vesileyle konuşmasına binaen indirildi. bu adam çok kötüydü. onun zehri Allah'ın ona bir cevap olarak ayet göndermesine sebep oldu. sıradan bir islam düşmanı değildi. o yalnızca peygambere değil müslüman kadınlar hakkında isimleriyle çirkin şiirler yazıyordu. bu da yeterince kötü.

hayal edin biri anneniz kız kardeşiniz eşiniz hakkında çirkin şiirler yazsa tepkiniz ne olurdu?

bazı insanlar da olayları karıştırır, o şiir yüzünden peygamber'in "benim için ka'b bin eşref'in hakkından gelecek kim var?" dediğini söylerler. bir sahabi çıkar ve o şair öldürülür. o şiiri yazdığı için idam edilir. o zaman şimdi bizim gerekçemiz var. sen ne söylersen söyle o adam şiir yazdı ve peygamber öldürülmesi gerektiğini söyledi.

orada biraz dur bakalım.

bu adam peygamberi yemeğini zehirleyerek öldürmeye çalışan bir adamdı. peygamberin yemeğini zehirleme fikri ondan çıkıyor ve birden çok vesileyle Allah resulü'ne suikast girişiminde bulunmuştu. medine'den ayrılırken peygambere suikast girişiminde bulundu. şimdi tüm bu kariyerini, tüm bu peygamber düşmanlığını ele alın. başkana suikastta bulunmak gibi. bu adam şiir yazdı bu yüzden onu öldürmek zorundayız demek şaşkınlıktır. dolayısıyla islam hakkında, peygamber hakkında, Kuran hakkında herhangi bir söyleyeni öldürmeliyiz demek... bu delilik.

fakat bu ilginç şekilde müslümanın düşünme sürecisinin nasıl sınırlı bir hale geldiğinin iç yüzüdür. çünkü Kuran ve peygamberin mirasları çok geniş. ama sen bir hikayesini alacaksın ki tam olarak anlamamışsın. ona dayanarak bir kimsenin hayatın hakkında karar vereceksin. bütün peygamberlerden geriye kalan, onlarla alay edilmesidir. "senden öncekilerle de alay edildi." (enbiya, 41)

Allah onlarla alay edildiğinden bahsettiğinde bu küçük bir şaka demek değil. peygamberlere iğrenç sözler söylenmiş olmalı. müslümanlarla da daha önceden alay edildi.

bu ayet kaybedilen uhud savaşından sonra iniyor.

"ve doğrusu, hem sizden önce vahiy verilenlerden hem de Allah'tan başka varlıklara ilahlık yakıştıranlardan birçok incitici söz işiteceksiniz... (ali-imran 186)


ne yapmalısınız? konuşan herkesi öldürmek mi? 


hayır!

peki Allah'ın cevabı ne?

"...ama eğer zorluklara sabırla katlanır ve o'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız; bilin ki bu, azimle sarılınacak bir iştir."

yani bize bütün Kuran'ı, bütün peygamberlerin mirasını görmezden gelmek kolay geliyor. yüzüne karşı en kötü aşağılamaları ve lanetleri işitmiş olan peygamber efendimiz de dahil yüzündeki gülümsemeyi kaybetmemişti. tamam hepsini unutalım, bunların hepsi geçersiz. çünkü birini öldürmek istiyorum. bu bir aptallıktır ve islam'a hakarettir.

müslüman olmayanlara konuşmuyorum. 

müslüman olanlara konuşuyorum. 

eğer islam'la alakalı yapılan bir şeyde canını sıkan bir şey varsa lütfen bunu kafandan at ve Allah'ın kitabını öğrenmek için biraz vakit harca. adına konuştuğun bu peygamberin hayatını öğrenmek için biraz vakit harca. çünkü açıkça görülüyor ki savunmaya kalktığın bu insanın kim olduğunu bilmiyorsun. onu savunmanın ne demek olduğunu da bilmiyorsun.

ilk madde, "suçlular ne olursa olsun suçludur. dini sebeplerle ortaya çıkmış gibi gözükseler de bu hiçbir şeyi değişmez" idi. islamı tartışmalarda bu bir tartışma değildir. sessiz bir konu ve tartışması yok.

değinmek istediğim 3. nokta,

peygamberimize yapılan nefret dolu, küçümseyen, aşağılayan yazılar, karikatürler, videolar veya Kuran hakkında söylenen sözler tüm bunlar saldırı ama herhangi bir grup insan da, müslümanlar da dahil, hakarete uğradığında kutsal tutulan şeyler aşağılandığında sinirlenme hakları var. üzerlerine alınma hakları var. bu bizim onurumuzun bir parçası. eğer bizim duygularımızı incitmeseydi hiçbir onurumuz olmazdı. birisi annem hakkında babam hakkında bir şeyler söyleyecek. peygamberim hakkında bir şeyler söyleyecek bu da beni etkilemeyecek mi? hayır, beni etkileyecek. beni sinirlendirir, kızdırır. kızmaya hakkım var. fakat bu ikisi çok farklı konular. şu an medyada bu ikisi tek bir mesele haline getirilmeye çalışıyor. 

diğer bir deyişle, biz o kişilerin hoşgörülmez bir şekilde öldürülmesine karşıyız ve aynı zamanda ifade özgürlüğünden yanayız. hepsini anmalıyız, ne olursa olsun onlarla birlikteyiz.

bi dakika bi dakika!

hayır müslümanlar için işler o kadar basit değil. bu ikisi çok farklı konular. biz haksız bir şekilde öldürülmesine karşıyız ve haksız yere öldürenlere kesinlikle karşı dururuz. buna şüphe yok. ama aynı zamanda bizim o tarz cahilce ve nefret dolu sözlere sinirlenmeye hakkımız var, olmaya da devam edecek. buna karşı duracağız, buna karşı açıkça konuşacağız, bunun yapmanın bir yolu var. bunu yapmanın bir usulü var. bütün özgür ifadeler sevgi dolu ve kabul edilebilir gibi davranmayacağız. Allah Kuran'da insanların sözleriyle gazaba geliyor mu? kesinlikle.

mesele sinirlenmeye hakkımızın olup olmadığı değil. mesele nasıl yanıt verdiğimiz, nasıl tepki verdiğimiz ve o tepki her şeyi belirliyor. çünkü her şeye olan tepkimizin Allah'ın hidayetine ve peygamberine uyması gerekiyor. o duygular haklı bulunabilir. fakat o duygulardan sonra yaptıklarınız haklı bulunmayabilir. problem burada yatıyor. 

4. ve son nokta,

aslında kişisel olarak yeterince konuştuğumuzu düşünmediğim bir konu ve asıl problem ve asıl nokta bu. asıl problem neden insanlar islam'la alay ediyorlar? neden dalga geçiyorlar? neden hakaretler ediyorlar? neden müslümanlara karşı kara propaganda ve nefret dolu konuşamalar yapılıyor. bugünlerde gazetecilik gerekçe gösteriliyor. baş makalelerde çerçeve gittikçe daha ilginç hale geliyor. önceden "`radikal islam`"dı. bu radikal islam için geçerli, bu sebeple radikal islamdan bahsediyorlar.

"bu fanatikler sapık militan versiyonlara inanıyorlar."
"bunlar herkesi öldürecek."
"bunlar kadınları çöp poşetine sokmak istiyorlar"

ama radikal kelimesinin altını biraz eşelerseniz, onlara göre eğer 5 vakit namaz kılıyorsanız radikalsinizdir. yani radikal hakikaten sapıtmış olmalı. ama şu anda birazcık islamı gösteriyorsan, fazla müslüman görünüyorsan, tesettürlü isen radikalsin.

sakalın varsa kesinlikle radikalsin!

amerika'da durum o kadar o kadar kötü değil ama avrupa berbat durumda. orada bulundum. oldukça kötü. çok radikal gibi gözüküyor.


ama soru şu: neden?

müslümanlarda şöyle bir zihniyet oluştu: "bizi dışlıyorlar. onlar küffar dostum, bizden nefret ediyolar. bu karikatürleri, bu propagandaları yapmaya devam edecekler. islam'la ilgili her şeyden nefret ediyorlar"
onlar şöyle, onlar böyle, onlar onlar onlar onlar...

aynaya bakmak için hiç vaktimiz yok.

yukarıda bahsettim. peygamberler de alay konusu olmuştu. sahabe de olmuştu. Kuran'da var. "onlar, iman edenlerle alay ederler* ama esas soru şu, onlar ne için alay ettiler biz neden alay konusu oluyoruz? aynı şey mi? iddia ediyorum değil. o insanlar alay ettiler çünkü bu islam'ın yayılmasını durdurmanın, islam'ı bitirmenin tek yoluydu. başka ne yapacaklarını bilmiyorlardı. islam çok merak uyandırıcı, çok ufuk açıcıydı. islam adalet için geldi. toplumdaki adaletsizlikleri sorguladı. insanlar, gençler islamın cazibesine kapılıyorlardı. onlar da ne yapacaklarını bilemediler. Allah'ın resulünü yalancılıkla itham ettiler. ama bu da işe yaramadı. "belki umursamadan gülüp geçeriz. böylece kimse onları mesele etmez" dediler. bu da planların biriydi. ama işe yaramadı, başka taktikler geliştirdiler. çünkü islam çok kuvvetliydi.

bizim meselemizin bu olduğunu düşünmüyorum.

bence bugün alay konusu olan şey, müslümanlar ne hale geldiler? müslümanlar ne haldeler? kendimizi nasıl ileri götürürüz? toplumlarımız ne durumdalar? sokaklarımız ne halde? evlerimiz ne halde? iş ortamımız nasıl? devletlerimiz ne halde?


yolsuzluk örneklerini görmek isterseniz, medeni bir toplumun tam aksini görmek istiyorsanız islam dünyasına bakın. ekseriyeti öyle. 

park yerinde bile Allah rızası için medeni olmak bize zor geliyor. 

organize olduğumuz tek yer, öyle olmak zorunda olduğumuz saflar. 

namazda böyle. ama dışarda? onu boşver. salla gitsin.

temel adaba bile sahip olamadığımız berbat bir durum.

müslüman medeniyeti nedir?

tarihimizden bahsetmeyi seviyoruz. icat yapmada en önde olduğumuz zamanlardan bahsetmeyi seviyoruz. dünyanın üniversitelerine liderlik yaptığımız zamanlardan, dünyanın her tarafından insanların bağdat'ta ki ilmi görmek için geldikleri zamanlardan, avrupa'da olmayan eserlerin müslümanlarda olduğu (ki bir kısmı şimdi avrupa müzelerinde sergileniyor) zamanlardan, endülüs'ün dünya için bir model olduğu zamanlardan bahsetmeyi seviyoruz. 


peki bahsedecek başka neyimiz kaldı?

ne yaptık biz? müslüman olarak ne yaptık? dünyaya ne gibi katkılarda bulunuyoruz?


yaptığımız tek yeni şey, bir şeyi patlatmak! 

ya da başka bir kaos içindeyiz. buna bir de dışardan bakın. bu insanlar çıldırmış. delirmiş bunlar. esasen ümmetin diğer ksımından ziyade parmağımı batı müslümanlarına çevirmek istiyorum. bu toplumlara geliyoruz. ben amerika'da oldukça böyle bir cemiyetteyim. ingiltere'deki, avusturalya'da ki müslümanlarla etkileşim içindeyim. müslümanların kendi aralarında gördüğünüz şeyler... vergi ödemeyen bir sürü iş adamı biliyorum. "kafire para ödemek istemiyorum." harbiden kafire para ödemek istemiyor musun?

e bira satıyorsun!

islami tarafın bir anda ortaya çıkıyor ama vergi ödemeye gelince yok. ahlak standartlarımız çok düşük. maaşları hakkıyla ödemeyen müslüman işverenlerimiz var. iyi ücret vermiyorlar. hanımlarına mehir bile vermiyorlar. dünyadaki adaletsizlikten bahsediyorlar daha evlerinde bile adalet yok.

biri niye islam'a karşı cezbolmak istesin ki?

mümtehine suresinin 5. ayetine ait elmalılı meali: 


"rabbimiz! bizi inkar edenler için bir fitne kılma, bizi bağışla!"

bu ayetin anlamalarından biri de başka deyişle ya rabbi bizlerin insanların utancı etme, islamın asıl güzel öğretilerinden uzak etme.

müslüman olmayan biri bunu görür ve "niye müslüman olmak isteyeyim ki? neden bu insanlar olmak gibi isteyeyim?" der. onlar müslüman olayların iman edenlere ettikleri alaylara karşı haklı değiller. aynaya bakmayı reddettiğimizde haklı olmuyoruz. aynaya bakmamız lazım. bu problemi çözmek zorundayız. dünyanın bize karşı yaptığı şeylerden şikyaetçi olmayı bırakalı çok oldu. bizler "la ilahe illallah" insanlarıyız. bizim tarafımızda Allah azze ve celle var. onun yardımı bütün sorunlardan daha büyük. Allah yanında olduğu zaman başka çıkamayacak kadar büyük bir sorun olamıyor. sorun bizim Allah'ın yardımını istemememiz. en azından onu kazanmak bile umurumuzda değil. Allah'ın yardımı bedavaya gelmez. hak edilmesi lazım. benim evimde olması gereken bir dönüşüm olmalı. ailemin içinde bir dönüşüm olmalı. bir değişim olmak zorunda. manevi pusulamızı kaybettik. dindeki fıkıhtaki ve şeriattaki ileri bilgi seviyesinden bahsetmiyorum. en temel ahlaka sahip insanlardan bahsediyorum. amerika'da mescidlerimiz var. dünyanın öbür ucunda bile bağışın yer aldığı mescidler var. para biriktirecekler. biriktirince de "parayı şuraya harcayalım buraya harcayalım." 

parayı filan proje için topladığını duyurmana rağmen, başka bir projeye gönderiyorsun sonra da "sorun yok, fetva aldık" diyorsun.

sahtekar olmak için mi fetva aldın?

nereden aldın o fetvayı? "sorun yok, bu projeye de harcayabiliriz" diyor. din adına bile yalan söyleyebiliyoruz. bu nasıl olabilir? bu noktaya nasıl gelir?

Allah'ın yardımı neden bu insanlara gelsin ki? en güzel dinin verildiği insanlar. en iyi öğretinin verildiği insanlar. ama bir dakikalığına, bir günlüğüne aynaya bakmıyorlar. müslümanların çoğu alim, fıkıhçı ya da müftü değil. olması da gerekmiyor. ana neyi yaptıklarını bilirler. ben neyi yanlış yaptığımı bilirim. görmezlikten gelmeye de devam ederiz. Allah bu insanların durumunu değiştirmeyecek. Allah bu ümmetin durumunu değiştirmeyecek. Allah kendisi söylüyor. ayet en nihai gerçektir. ayetten dah büyük bir gerçek yoktur. Kuran'ın ayetlerinde; biyolojide, fizikte, kimyanın bulamayacağınız ayetler var. 

rad suresi 11. ayet.

gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez; ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felaket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: çünkü onların, kendilerini o'na karşı koruyabilecek kimseleri yoktur.

"insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez!"

içimizde yanlış bir şeyler var. bugün ümmetin sorunun ne olduğuna Allah'ın cevabı, insanların içinde yanlış bir şey olması. Allah "eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsiniz" dediğinde, en yüksek konumda olacaksınız. eğer hakikaten inanıyorsanız! bariz bir şekilde en yüksek konumda değiliz. demek ki imanımızla ilgili yanlış bir şey var. çünkü Allah hiçbir zaman haksız değildir.

bu bir felakettir! bu bir trajedidir!

bir yanlış, sonra diğeri, sonra diğeri... bitmeyecek de. bitmeyeceğini biliyoruz. bu felaket selini ezip geçmek yerine ne yapabileceğimizi düşünüyoruz.

sürekli deli değiliz demek için, birini haklı çıkarmanın yolunu arıyoruz. 

bu arada ne olursa olsun birileri deli olduğumuzu düşünecek. onları etkileyemezsiniz. deneyin isterseniz. peygamber denedi. eğer o yeterli değilse biz zaten yeterli değiliz. onları etkilemenin bir yolu yok. ne kadar doğru şeyler yaptığınız önemli yok.

nefret eden her zaman nefret edecek.

alay edenler her zaman alay edecek.

ama onlara bizimle alay edebilecekleri iyi sebepler verirsek daha iyi olur. 


haklı gerekçeler: islam üzere olduğumuz, akıl ve zeka insanları olduğumuz. o insanlar biziz işte. isalm'ın en büyük gücü kuvveti değildi. silah veya kılıç değildi. fikirler islam'ın en büyük gücüydü ve adaletsizlikle verdiği doğrudan mücadeleydi. diğer felsefelerin bütünlüğünü sorgulamasıydı.

"nasıl böyle düşünebilirsin? nasıl böyle davranırsın? nasıl böyle yargılarsın? hiç mi akıl etmiyorsunuz? kararlarınızı nasıl alıyorsunuz?" 

Allah'a gözlerim açık bir şekilde dua ederim. düşünsel bir din. fakat artık düşünceli bir halk değiliz. 

`zannediyoruz ki islam'ın batıdaki yaptırımı militanlıktır.`

militanlık hiçbir şeydir! hiçbir şey!

kureyş'e olan gerçek tehtid... onlar sarsılmışlardı. bedr'de değil. mekke'den beri sarsılmışlardı. sadece ayetlerle. Allah'ın kelamı yetmişti. binlerce yıldır orada olan gelenek Allah'ın bir kaç kelamı ile sarsılmıştı. sonra ne olduysa artık o kelamla bağlantılı değiliz. 


bilirsiniz birisi bir tartışmanın galibi gelmek istediğinde, artık karşılık veremiyorsan sinirlenirsin ve bağırmaya başlarsın. bağırmaya başladığında artık bu kaybetmeye başladığın anlamına gelir. öne sürdüklerin boşa çıkmış ve sinirlenmişsindir.

iki insan tartışırken kaybeden diğerine vurduğunda yine kaybetmişsindir. onu sözlerinle mağlup edemediğin için elinle edebileceğini düşündün diye. bu demektir ki sözlerinde çok güçlü değilsin ve Allah'ın kelamından daha güçlü bir kelam yoktur. başka bir şeye başvurmamız gerekmiyor. başka bir şeye başvurduğumuz da ise bu kelamın yeteri kadar güçlü olmadığını kastetmiş gibi oluruz. ama öyle. biz yeteri kadarı kadar güçlü değiliz. çünkü Kuran'a yeteri kadar bağlı değiliz.
aslında en entellektüel karşılıkları, en tutarlı karşılıkları, dünyadaki ahlaksızlıklara meydan okuyan karşılıkları en derin ve düşündürüren bir üslup ile bizim üretmemiz gerekiyor.
agnostikliklerle, ateistlerle, hristiyanlarla ve diğerleriyle en derinlikli diyaloglarda bulunan biz olmalıyız.

dindarlar neyle suçlanıyor biliyorsunuz değil mi?

yüzyıllardır aynı şeyler, artık avrupa ve dünyaya da yayılıyor: 

"dindar insanlar dar görüşlüdür.
"dindar insanlar fanatiktir"
"dindarlar toleranssızdır"
"dindarlar eleştiri kabul etmezler"
"dindar insanlar diyaloga açık değildirler"
"yani dini yok edersen özgürce düşünen açık görüşlü bir toplum olacak"

bizi bunlarla itham ediyorlar ve biliyor musunuz avrupa'daki yüz yıllık hristiyanlık için doğruydu. fakat bize islam'ı getiren peygamber bunun tam tersiydi.

diyaloğu teşvik eden bir dindir bu din!

bakara, 111

`de ki: "eğer söylediklerinizde samimi iseniz, iddianızı kanıtlayın!"

öyle bir kitap ki insanlara sadece inanmalarını söylemiyor. aynı zamanda tüm eleştirilerin toplanıp getirilmesi yönünde meydan okuyor.


işte açık fikirlilik budur!

kitap bizi buna çağırıyor!

kapalı olan biziz!

aklımızı fikirlere açarak bu ümmeti tekrar güçlendirmeliyiz. dinin akılları, kalpleri ve gözleri kapatmak için var olmadığını göstermek için. aksine aklı fikirlere açmak için var. diyalogta bulunmak için, insanlığı medenileştirmek için. onlar çözümü dini tamamen bitirmekte görüyorlar. biz de diyoruz ki hak dini getirmek çözümdür. evet, yanlış din zulüm getirecektir. fakat Allah'ın dini güzelliktir.


bunu onlara biz göstermezsek kim gösterecek?


işte bu yüzden Allah müslümanları bu dünyaya koydu. bu ümmetin bir parçası olmak bir şereftir. az bir şey değil. toplu olarak müslüman nüfusun yükünü omuzlarımızda paylaşıyoruz. o yük ki tek başına resullAllah'ın omuzlarında idi. kabul edelim veya etmeyelim, işte senin benim her gün omuzlarımızda taşıdığımız budur. bu yükün gereğini yerine getirip dinin ne olduğunu insanlığa göstermezsek başımız belada demektir. sadece otoritelerle, medya ile değil Allah katında sorumlu olduğumuz için başımız beladadır.

çevremizde bu dini neyin mükemmel kıldığını, neyin çok güzel kıldığını tasvir edelim.

Allah Kuran'ın nurunu hepimizin kalbinde parlamasını nasip etsin bunu kalbimizde güçlü, kavim kılsın. genç nesili ümmet için öyle önderler kılsın ki bu karanlık dönemden bizi nurlu bir döneme çıkarsınlar.




Bu yazı Nouman Ali Khan'ın bir konuşmasından alıntıdır.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Değişiklik Arayanlara Bir Öneri: Odadan Kaçış

Bilgisayar oyunlarına birkaç istisna dışında mesafeli, zeka/strateji oyunlarıyla arası pek iyi olmayan (diye yazılır, “abi şimdi o at nası benim veziri yedi ya” diye okunur) biriyim ben. O yüzden oyunlarla aram pek iyi değil. Zaten aramın iyi olduğu bilgisayar oyunları da ya futbol/basketbol türünden ya da oyun literatüründe 1st Person Shooter olarak geçen, ancak direkt olarak “vurdulu kırdılı oyunlar” diye tanımlanabilecek savaş oyunları türünden. Yani oyunlarla aramda özel bir bağ yok, sadece zaman geçirmek için, stres atmak isterken daha da stres yapmak için oynadığım oyunlar var, o kadar.

Oturup saatlerce bahsettiğim oyunların başında vakit geçirdikten sonra hissettiğim ilk şeyin, keyif ya da rahatlamadan öte, geçirdiğim boşa zamana hayıflanma olduğunu farkettikçe, bilgisayar oyunlarının benim için olmadığını anlamaya başladım sanırım. Fakat geçtiğimiz yaz yakın dostum Engin’in, onun arkadaşı Cenk’le beraber bir bilgisayar oyunu türü de olan ipuçlarını kullanarak kapalı bir alandan çıkma oyun tarzını gerçek hayata uyarlamaya başladığını duyduğumda, epeyi heyecanlandım. Aslında bu tarz oyunlardan haberdardım, fakat sadece ipuçlarına bağlı ilerlendiğinden ve ardında herhangi bir hikayesi olmadığından, çok çekici gelmemişti. Engin ve Cenk’e mekanı hazırlamada yardıma gittiğim zamanlarda, mekanın büyük bir kısmını görmüştüm ve açıkçası mekan açıldıktan sonra oynamaya başladığımda büyüsünün bozulacağından korkmaya başlamıştım. Bu korkumun yersiz olduğunu, oyunu oynamaya başladığım andan itibaren içine düştüğüm hikayedeki akıcılık sayesinde farkettim. Oyunu beraber oynadığımız Mert’le geçtiğimiz her aşamada birbirimizin suratına bakıp “olum süper olmuş lan” mealinde sırıtışlarımız da birbirimizi tasdik ettiğimizi göstermişti.




Uzatmayacağım, çünkü bu bir oyun ve oyun demek birçoğumuz için yeni bir dünya demek. Binbir emekle oluşturulduğuna şahit olduğum bu bir saatlik yeni dünya, kendi türünün kesinlikle tecrübe edilmesi gereken ve bu oyun tarzına bağımlı hale getirebilecek kadar etkili bir örneği. Programları epeyi yoğun, o yüzden hemen şuraya bi göz atıp bi randevu almanızı salık veriyorum. Pişman olmayacağınızı garanti ediyorum. Şimdiden iyi eğlenceler!

11 Ekim 2014 Cumartesi

Kobani ve Türkiye

Çok değişkenli bir olaya, "bu olayın tek sorumlusu X'tir" diyebiliyorsanız, bir şeye her ne olursa olsun yandaşsınızdır, başka bir şeye de her ne olursa olsun karşısınızdır. Sayısız değişkenin kombinasyonlarından oluşan olaylara bu kadar tekdüze bakmak çok tehlikeli. Hükümetin ve HDP'nin ortak yanlışı bu oldu, bu da şimdiki durumu doğurdu. İstediğin kadar haklı ol, bir ülkeden sadece senin çıkarların için başka bir ülkeye olan sınırını bir süreliğine açmasını istiyorsan, o ülkenin de senden bunun karşılığında bir şeyler isteyeceğini bileceksin. ABD o füzeleri boşuna mı atıyor IŞİD'e? Kürtleri çok sevdiğinden mi yapıyor bunu? İnsani yardımdan bahsediyorsak Türkiye onbinlerce insanı sınırından aldı, hastaneleri onlara açtı, şu an iyi kötü halkın yardımıyla en azından can derdinden bir nebze uzak yaşıyorlar. İstenilen "koridor" eğer insani yardım amaçlıysa zaten bu olmadan da insani yardım akışı sağlanabilir. Ama silah yardım da bunun içindeyse burada Esad er ya da geç Türkiye'ye karşı bir şeyler yapacaktır çünkü aylardır Türkiye'nin sınırdan IŞİD'e yardım ettiğiyle ilgili "dedikodular" bile yeterince sıkıntıya soktu Türkiye'yi. Kürtler açısından Kobani savunması bir kahramanlık destanı olabilir, ama Esad açısından IŞİD ve PYD/YPG arasındaki tek fark şu an için IŞİD'in daha güçlü olması. Eğer Kobani'de ve çevresinde Kürtler güçlenirse Esad bu sefer Kürtlere karşı başka grupları destekleyecek. Ülkesinin bütünlüğünü IŞİD ne kadar bozuyorsa PYD/YPG de o kadar bozuyor olacak çünkü. Bu noktada Türkiye'nin YPG'den Esad'a karşı savaşmayı garanti etmesini beklemesinde Kürtlerin ne gibi bir sorun gördüğünü anlayamıyorum. PYD er ya da geç Esad'la karşı karşıya gelmeyecek mi? Bu çekincenin sebebi ne o zaman? Ne bekliyorlar? IŞİD'i bölgeden defettikten, şu an birbirinden bağımsız 3 kantonu birbirine bağlayacak toprakları ele geçirdikten sonra ne yapacak PYD? Ya Esad'ın düşmesini/düşürülmesini bekleyecek, ya da Esad güçleri saldırıya geçtiğinde savunmaya geçecek. Yani sonuç olarak PYD ile Suriye rejimi er ya da geç karşı karşıya gelecek, durum böyleyse, PYD'nin bunu şimdiden kabul etmemekte diretmesi neden?

Türkiye'nin Kobani'ye yardım etme konusunda koyduğu şartlardan biri olan Kürtlerin özerklik ilan etmemelerini istemesiyse Türkiye'nin hatalarından biri. Esad'ın güçsüzleştiği ve Kürt nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeyi alıp, burada Araplara, Türkmenlere ve Ermenilere bir yaşam ortamı sunan Kürtlerin Kuzey Suriye'de özerklik ilan etmesi, ülkemizde bile özerklik konusu yavaş yavaş dillendiriliyorken neden bu kadar kırmızı çizgi haline getiriliyor? Türkiye, eğer Esad'ı artık komşusu olarak görmüyorsa ve IŞİD'le olduğu iddia edilen ilişkisini de kopardıysa, güney sınırında başka bir seçeneği olduğunu mu düşünüyor? Ya da, olası bir Kuzey Suriye Kürtlerinin özerklik ilanını Kürtleri "çözüm süreci" masasından kalkmaya teşvik edebilecek, sürecin kontrolünü hükümetin elinden alabilecek bir gelişme olarak mı görüyor? Türkiye'nin karar-sızlığ-ında bu soruların hepsinin bir payı olduğu kesin, ama sonuca bakılırsa hükümet bu sorulara uzun vadeli cevaplar vermişe benzemiyor.

Türkiye Kobani'ye yardım konusunda doğru şartların yanında yanlış şartlar da sundu, çekincelerinin bazılarında da haklıydı. Türkiye'deki Kürtler de -haklı olarak- acele davranırken, bu sırada KCK'nın halkı sokağa çağırması gibi çok büyük bir hata yaptı. Şu an durumun tek çözümü, Cumhurbaşkanı'nın duyurduğu güvenlik paketi gibi geçici psüdo-çözümlere bel bağlamaktan ziyade, Başbakan'ın artık birkaç sene önce Dışişleri Bakanı'yken yaptığı hataları yapmadan, ülkenin ve bölgenin geleceğini de düşünerek adımlar atması. Bu adımların başında da, sadece yaralı ve insani yardım geçişiyle sınırlı tutulacak, askeri açıdan sadece Kobani'ye geçmek isteyen Kürtlere izin verecek, herhangi bir silah sevkiyatına izin vermeyecek bir koridor açılması geliyor. Bunun yanında KCK'ya düşen görev, 38 insanın ölümüne sebep olan eylem çağrılarına son vermesi olmalı.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Büyüdüm Bugün



Kimi zaman insan başına tam olarak ne geleceğini kestiremez. Ama %95 güvenilirlikle tahmin edebilir. Hem de sayılara ihtiyaç duymadan...



   İnsan beyni gereksiz gördüğü şeyleri hafızasına kaydetmezmiş. Peki ben neden rusların yüz yıllar boyu sıcak sulara inme politikasını unutamıyorum yıllardır? Neden bu gerzek bilgiyi unutamıyorum da etrafımdaki insanların ne kadar değerleri varlıklar olduğunu çoğu zaman hatırlamıyorum bile? Neden illa ki hastane ya da cenazeye gittiğimizde aklımız başımıza geliyor? Panslavizm akımını bilmek bundan çok mu daha değerli?