Stranger Than Fiction filmini henüz izlememiş olanlar okumasa daha iyi olur. Hemen izleyin, ondan sonra okusanız da olur okumasanız da.
İzlediğim birçok filme-bilinçsizce uyguladığım bekletme taktiğini Stranger Than Fiction'a uygulayamadım, ve yaklaşık 30 film beklerken, indirir indirmez açıp izleme isteği uyandı içimde. İzlemeye başladığımda hissettiğim ilk şey şuydu: Uyku. Gecenin üçünde kısık sesle film izlemeye başlamanın en olağan sonucu. Tabii bunda sıradan bir memurun dişlerini fırçalamasını, işe gitmesini, saatine bakmasını ve tüm bunları yaparken neredeyse her şeyi, adımlarını, diş fırçası darbelerini, kravatını bağlamasını, otobüse binme saatini ayrı ayrı hesaplayan bir insanı İngiliz aksanıyla ve aynı Agatha Christie veya Jane Austen kadar mükemmel bir edebi dille anlatan yazarın da payı büyüktü. Uykuya sebebiyet veren bunca sebep varken daha fazla dayanamadım ve filmi kapatıp uyudum. Bugünse kafamı vizelere çalışma çabalarımın başarılı mı başarısız mı olduğu ikileminden ayırır ayırmaz ilk işim filmi tekrar izlemeye başlamak oldu.
Harold Crick'in hayatı ilk bakışta da genel olarak da aynı izlenimi bıraktı bende: Kaybeden. İş arkadaşları tarafından sadece işlerine yarayacağı zaman hatırlanan, duygusal herhangi bir bağı olmayan, yalnız yaşayan, hastalık derecesinde hesap düşkünü bir vergi memuru. Mustafa Kutlu'nun hikayelerindeki şehir hayatından bezmiş, ailenin kalabalığı içinde yalnızlaşmış Anadolu ortayaşlılarının Amerikan olanı. Şimdi aklıma geldi de, sanırım beni birazcık da bu Harold'a yakın hissettirdi. Neyse. Harold'ın duymaya başladığı ses başta ciddiye almamasına rağmen canını sıkmaya başlıyor, ve Harold bu sesin kaynağını araştırıyor. Sesin kaynağını diş fırçasında, kravatında, havalandırma ızgarasında ararken, ummadığı bir yerde, hayatının yöneticisi konumunda buluyor. Edebiyattaki Tanrısal anlatım şeklini çok ince bir yerinden yakalayan senaristin dehası da burada ortaya çıkıyor bana kalırsa.
Bu arada işine de devam etmek zorunda olan Harold, Ana ile oldukça kötü bir şekilde tanışmak zorunda kalıyor: Ana, vergilerini kasten vermeyen ve bunu ABD'nin aldığı vergilerle askeri operasyonlar yapıp insanları öldürdüğü için yaptığını söyleyen, katı bir anarşist pastaneci. Filmin beni en çok güldüren sahnelerinden biri de tam buralarda gerçekleşiyor: Harold, bir yandan anlatıcının şiirsel dilinin ahengine kendini kaptırmışken, yazarın yazdıklarını an be an yaşadığını unutuyor ve yazar Harold'ın Ana hakkındaki fantazilerini anlatırken Harold bunu farketmiyor. Sonrası malum... Bu hikaye de çok güzel tutturuluyor senaryoya.
Harold, henüz yazar olduğunu bilmediği anlatıcının edebiyatçılara özel bir titizlikle anlatım yapmasından hareketle, kendisine şizofreni teşhisi koyan psikologları, safsatacı kişisel gelişimcileri boşverip kendisini bir edebiyatçının ellerine bırakıyor. Profesör Hilbert.
Filmin en itici, ama en gerçek karakterlerinden biri. Önce Harold'ı ciddiye almayan, fakat Harold'ın, anlatıcının kullandığı, sadece edebiyatçılar tarafından kullanılabilecek kadar az bilinen bir kelimeyi profesöre söylemesiyle, profesörün Harold'ın durumuna bakışı tamamen değişiyor, ciddiye almaya başlıyor.
Harold, bu arada Ana ile ilişkisini ilerletmeye başlıyor, ve yazarın hayatını bir trajedi romanı olarak kurguladığını da düşünmeye başlayıp kendine zaman ayırmayı deniyor. İşe yarıyor. Harold hem hayata, hem Ana'ya daha da sıkı tutunmaya başlıyor. Bu arada anlatıcının sesi uzun bir süre onu yalnız bırakıyor. Yazar, Harold'ın ve Prof. Hilbert'ın da tahmin ettiği üzere trajedi türündeki romanını, bundan önceki tüm romanları gibi ölümle bitirmiş olduğu gibi, başkahramanın ölümüyle sonlandırmaya karar veriyor. Fakat yazar, romanının o kısmına kadar çok iyi ilerlemiş olmasına rağmen karakterine, kendini tatmin eden bir ölüm şekli bulamıyor. Uzun bir süre bunu aradığı için yazmaya ara veriyor, ve bu yüzden Harold, uzun bir süre o sesi duymuyor. Tam Harold, hayatındaki iyiye gidişi göz önünde bulundurarak bu romanın bir trajedi değil, bir komedi olduğunu düşünmeye başladığını söylemek için Profesöre gittiğinde, televizyonda duyduğu sesin sahibini görüyor, ve Profesör ona acı gerçeği açıklıyor: Yazar, şu ana kadar yazmış olduğu tüm kitaplarda başkahramanlarını öldürmüş.
Tam da hayatı anlam kazanmaya başladığı sırada bunu öğrenmesi Harold'ı mahvediyor. Münzevi yazara ulaşmak için çalmadık kapı bırakmıyor. Sonunda, vergi kayıtlarından kendisine bir şekilde ulaşıyor. Tam bu sıralarda, yazarın aklına karakteri nasıl öldüreceğiyle ilgili çok beğendiği bir fikir geliyor. Romanı tamamlamaya karar veriyor, bir çırpıda taslakları hazırlıyor.
Yazar taslakları daktiloya geçirirken bir şeyi farkediyor:
"Telefon çalar."
Telefon çalıyor. Yazar şaşkın.
"Telefon bir daha çalar."
Zaten ilginç bir mizaca sahip yazar titremeye başlıyor.
"Telefon üçüncü kez çalar." yazıyor, noktayı koyduğu anda telefonu bir kez daha çalıyor, ve sonunda açıyor. Harold, hayatına yön veren insanla, yazar, hayatına henüz nasıl son vereceğine karar verdiği insanla konuşmanın nasıl bir duygu olduğunu anlayamadan birbirlerini selamlıyorlar. Ne kadar garip bir duygu. Bir insanın, yaratıcısıyla konuşması kadar imkansız, garip, ve ulaşılmaz gibi duran bir durum. Görüşüyorlar, Harold, hayatını henüz düzene soktuğunu, onu artık tanıdığını ve yaşayan bir insanı öldürmeyeceğinden emin olduğu söylüyor yazara. Ancak yazar kararsız. Yazar metni Harold'a veriyor, Harold da Profesör'e götürüyor. Profesör, romanı okuduktan sonra, romanın böyle bitmesi halinde bir başyapıt olacağını Harold'a söylüyor, ve başka bir son yazılamayacak kadar mükemmel olduğunu belirtiyor. Harold şaşkın bir şekilde metni alıp gidiyor. Daha önce hikayesinin trajedi mi yoksa komedi mi olduğuyla ilgili çetelesini tuttuğu sırada Ana ile karşılaştığı ve ilişkilerinin nefretten sevgiye-trajediden komediye dönüşmesini sağlayan sohbetin geçtiği trene biniyor. Ana'nın oturduğu koltuğa oturuyor, ve sonunda kendi ölüm şeklinin ve zamanının yazılı olduğu metni okumaya başlıyor. Vakit geçiyor, otobüs garaja giriyor, sabah oluyor, seferlerine devam ediyor. Fakat Harold, kendini, ölümüyle sonlandığını bildiği kitabı okumaktan alıkoyamıyor. Kitap o kadar güzel yazılmış ki, Harold, bu kitabın bundan başka bir şekilde bitmeyeceğinden emin bir şekilde yazarı bulup kitabını bu şekilde bitirmesini ve yayınlatmasını söylüyor. Ölümünden bir gün önce, arkadaşının yarın öleceğini bilse hemen yapmak istediği şeyi onun için ayarlıyor, Ana'yla son kez görüşüyor, onun vergi cezasından nasıl sıyrılabileceğini anlatıyor, kısacası hesaplarını kapatıyor.
Yazar, taslaklarını daktiloya geçirirken, Harold'ın öldüğü kısma geliyor, ve duraksıyor: Harold'ın öldüğü bölümü tamamlayamıyor. Bir otobüs, yola düşen bisikletli çocuğa çarpacağı yerde, çocuğu kurtarmaya çalışan Harold'a çarpıyor. Çünkü yazar, kitabın sonunu değiştiriyor. Kitabın başında Harold'ın üzerine titrediği ve hayatını düzene sokan metal saatin bir parçası, Harold'ın damarlarından birine saplanıyor ve daha fazla kan kaybetmesini önlüyor, hayatını düzene sokmaya devam ediyor.
Böyle güzel bir film, tüm güzelliğine rağmen benim gibi zayıf hafızalı biri tarafından unutulma ihtimali olduğundan, bir köşeye not edilmiş oldu en azından. Hem bu filmde benim dikkatimi çeken bir nokta da var: Yazar, bir sahnede Ateist olduğunu söylerken, tüm bu yaşadıklarından sonra, şöyle diyor:
"Bazen, kendimizi umutsuzluğun ve trajedinin, değişmez ve süregelen korku ve çaresizliği içinde hissettiğimiz anlarda Tanrı'ya Bavyera şekerli kurabiyeleri için şükredebiliriz. Ve neyse ki, kurabiye bulamadığımız anlarda bile bize telkin edecek, tenimize dokunan tanıdık bir el ya da bir iyilik ve sevgi göstergesi için..."
0 yorum:
Yorum Gönder
ee, ne dersin? :