envai çeşit zırvalar kütüphanesi

2 Mart 2012 Cuma

Başucumdaki Kitaplar

"Başucumdaki KitaplarKendimi hatırlamaya başladığım yer kanepedir.
Orta sınıf çekirdek bir ailenin acı bir çekirdeği olarak dünyaya geldim. İnsan nasıl bir çekirdek olacağını kendisi seçemiyor. Tamamen şans.
Çağlayan’da 2+1 bir evde yaşıyorduk. İnsan yaşadığı yere benzer derler. O yerin merdivenlerine, duvar çatlaklarına, halı püsküllerine, kapı girişine… Biz de 2+1 bir hayat yaşıyorduk. Annem ve babam yatak odasında, iki kız kardeşim oturma odasında yatıyordu. Benim payıma salondaki kanepe düşüyordu. +1 ben oluyordum.

Kanepe güzeldi. Batan yayları dışında bir şikâyetim yoktu. Zaten şikâyet etsem dinleyen de yoktu. Yoksul çocuklar için şikâyet lükstür derler. Doğrudur.
İşte o kanepede bir de kitaplık vardı. Sırtınızı kitaplara yaslayabilirdiniz. Anlayacağınız arkam sağlamdı. Kitaplığın üzerinde başını emme basma tulumba gibi sallayan bir tavuk, alçıdan köpek biblosu, kuğu şeklinde cam bir şekerlik bulunurdu. Şekerliğin içinde şeker hariç her şey vardı; İğne, yüksük, düğme, kilit, tavla zarı, çıt çıt, anahtar, kupon, cımbız... Şekerliğin altında galiba dantel de vardı. O zamanlar her yerde dantel vardı. Yoksulduk ama dantel bir aileydik.
İlk başucu kitabım kanepenin kitaplığını kaplayan Büyük Larousse’du. Benimkisi bir tercih değil, zorunluluktu. Yoksulların tercihleri yoktur, zorunlulukları vardır derler. Doğrudur.
Annem kuponla Milliyet’ten almıştı. Sonra da koltukları değiştirecekti. Kitapların vatkalar gibi dekorasyon olarak kullanıldığı zamanlardı. Dev Larousse ciltlerinin arasında yine başka bir gazeteden alınmış, Büyük Rüya Tabirleri Kitabı ve nerden geldiğini evdeki kimsenin bilmediği iki Barbara Cartland romanı. İşte tüm başucu kitaplarım bunlardı.
On yaşındayken geceleri pek fazla bir şey yapamıyorsunuz. Şahsiyetiniz oturmamış, hayal dünyanız gelişmemiş oluyor. Ya kalem pile bakır tel bağlayıp, küçük lamba yakıyorsunuz ya da ansiklopedi okuyorsunuz. Her gece yatmadan önce on madde. Sanırım F’ye kadar geldim. Ansiklopedi güzeldi, seviyordum. Fakat çok bilgi veriyordu. Sıkılıyordum. Bir de bilgiler o kadar anlamsız bir dizinle sıralanıyordu ki insanın bilgiden midesi bulanıyordu. Örneğin Amortisman’ı okuyordunuz ardından Amadeus Mozart geliyordu.
Bizim evimizde kütüphane yoktu. Kütüphanesi olan evlere özenirdim. Akşamları yatmadan önce kitap okunurdu o evlerde. Babanın imzalı, annenin renkli kapaklı kitapları olurdu. Ailenin çocuğu Dostoyevski’yi, Tolstoy’u ortaokulda, Goethe’yi, Lovecraft’ı lisede okurdu. Onlar sonra patron, yönetici olurdu. Biz işçi. Bütün işçi aileleri gibi biz de modern bir aile değildik. Modern aileleri bilirim. Onların evinde kütüphane, buzdolaplarında üç çeşit beyaz peynir olur.
Sonra bir gün bir kitap geçti elime. Küçük, mavi bir kitap. Dört kibrit kutusu büyüklüğünde. Üzerinde Tarzan yazıyordu. Okumaya başladım. Büyülenmiş gibiydim. Ansiklopedi gibi kuru kuru gitmiyordu. Kelimelerin nasıl bir filme dönüştüğünü, filmin nasıl beni içine aldığını şaşkınlıkla izliyordum. Bir çırpıda yuttum kitabı. Delirmiştim. Saçma sapan hareketler yapıyordum. Divana çıkıp zıplıyordum. Jane’in adının geçtiği sayfaları öpüyordum. Kitap ne güzel bir şeydi.
Birkaç gün başka kitaplar aradım orda burada. Ne varsa okumak istiyordum. Başucuma kitapları dizmek, gözlerim kızarıncaya, annemin Neutrogena’li anneler gibi “Hadi güzel oğlum, uyu artık…” diyene kadar okumak istiyordum.
Ama olmadı. Annem Nivea’dan ve terlikten vazgeçmedi. Birkaç gün sonra benim de hevesim geçti. Mahalle maçlarına, inşaat kumlarından midye kabuğu toplamaya, atari salonlarında serseriliğe devam ettim. Üniversiteye girene kadar entelektüel kariyerimi Tarzan’ın dışında iki kitapla inşa ettim. Ortaokulu Ömer Seyfettin’le, liseyi Tom Amca’nın Kulübesi’yle bitirdim.
***
Üniversitede kendimi hatırlamaya başladığım yer kantindir.
Akıllı bir üniversite öğrencisi şunu bilir; üniversitede eğitim yeri anfi, öğrenim yeri kantindir.
Kantini seviyordum. Sigara yasağının icat edilmediği zamanlardı. Bu yüzden görüş mesafesi hayli düşüktü. Birbirimizi çay bardaklarımızdan ve fikirlerimizden tanıyorduk.
İlk sene hayatla dertleri olan tuhaf insanlarla tanıştım. O kadar fazla kitap okuyorlardı ki şaşırıyordum. Çok garip adamların baş dönmesi gibiydi herkes. Diğer öğrenciler onlara lakaplar takmışlardı; deliler, münzeviler, sıyrıklar, enteller, hayalperestler… Fakat diğerleri ne derse desin bence onlar çok güzel insanlardı. Hem kitap okuyan bir insan nasıl kötü olabilirdi ki.
Nöronları arasındaki transfer o kadar hızlı işliyordu ki çoğu zaman yetişemiyordum. Birisi Kant’ın temel misyonunun bilimi temellendirmek olduğunu söylüyor, öbürü Descartes'ın rasyonalizminden bahsediyordu. Ardından Hume'un empirizminden konuşuyorlar sora laf oraya nasıl geliyorsa Marks’ın ahlak üzerine düşünceleri tartışılmaya başlanıyordu.
Ben ise tüm bu tartışmaları hayranlıkla izliyor, pinpon topu gibi sözleri arasında gidip geliyordum. Ne kadar çok şey biliyorlardı. Hayret ediyordum.
Bir başka gün Aristoteles’in Poetika adlı eserinden söz ederlerken yakalıyordum onları. Yakalamaz olaydım. Hortum gibi beni de içlerine alıyorlardı. Platon’un Mağara Alegorisi’yle ilk darbeyi vuruyorlar ardından Thomas More, Campanella, Bacon’la ağzımı burnumu kırıyorlardı.
Ama en çok edebiyat tartışmalarında aşureye dönüyordum.
Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerindeki realizmi, Yakup Kadri, Reşat Nuri gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki edebiyatçıları, neredeyse betimlemeleri bir öykü olacak Yaşar Kemal’i, Kara Kitap’ını ellerinden düşürmedikleri Orhan Pamuk’u, Geyikli Gece’nin yazarı Turgut Uyar’ı, bir karanfilin ancak elden ele verildiğinde büyüdüğünü öğreten Edip Cansever’i, Oğuz Atay’ı, Salinger’i, Çehov’u, Poe’yu hep onlardan öğrendim. Öğrenmez olaydım. Zehirlediler beni.
Beynimi şiirle, öyküyle, romanla yıkayıp bir köşeye attılar. Bu yetmiyormuş gibi giderken bir de içime yazma isteği bıraktılar. Üniversiteyi bitirdiğimde gözlerim okumaktan kavanoz dibine, evimdeki kütüphane beş modern ailenin toplam kütüphanesine dönmüştü. Fakat hala modern bir aile değildik. Çünkü tek çeşit beyaz peynir yiyorduk.
Bazen düşünürüm. İnsan neden bir kitabı sever diye. Sonra şöyle düşünürüm; kitaplar da filmler gibidir. Filmler sahneleri, kitaplar cümleleri için sevilir. Geriye dönüp baktığımızda hatırladığımız tek şey anlar, cümleler ve mısralardır. Bazen sadece bir cümle, yazarı sevmek için yeterlidir.
Yoksulların yaşamı anlardan, kitaplar kelimelerden oluşur derler. Doğrudur. Çünkü yoksullar ve kelimeler bazı anlamlara gelmezler albayım.
En çok Sabahattin Ali’yi sevdim. Kürk Mantolu Madonna’yı. Fakat başucuma koyamadım. Uzun süre yeniden okuyacak gücü bulamadım kendimde. Ahmet Hamdi Tanpınar’la, John Fante arasına sıkıştırdım Raif Efendi’nin hasta yatağındaki iç sıkıntısını. Aylarca sıkıntı gitsin istedim. Sonu kötü bitmesin istedim. Ne yaptıysam sonuç müspet olmadı. Aşk acısının ne menem bir şey olduğunu Raif Efendi’den öğrendim.
Wolghang Borchert. Nasıl tanıştım hatırlamıyorum. Metin Abi tanıştırmış olabilir. Bütün öykülerini okudum. Ekmek ve Üzgün Sardunyalar’ı defalarca. Hayatına benziyordu yazdıkları. Kısa sözler, kısa cümleler. Ekmek öyküsünü okuduktan sonra üç gün uyuyamadım. Bir insanın kendi insafına terk edilmesinin korkunçluğunu Borchert’ten öğrendim.
Oğuz Atay. Çok geç tanıştım. Ama her ölüm erken ölümmüş. Gördüm. Tutunamayanları tutunmaya çalıştığım bir dönemde okudum. Tehlikeli Oyunları tehlikeli bir dönemde. Güzel tesadüflerdi. Çoğu zaman Oğuz Atay’ın zaman makinesini bulduğunu, uzun bir gelecekten gelip, kitaplarını yazıp geri gittiğini düşündüm. Hayatın nasıl bir oyun olduğunu, “Canım insanları” Hikmet Benol’dan öğrendim.
Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün’le Salinger, Martin Eden’le Jack London, Kırmızı Pazartesi’yle Marquez, Yabancı ile Camus, Vertigo ile Paul Auster, Yer Altından Notlar’la Dostoyevski, Mırıldandığım Öyküler’le Julio Cortazar ve burada ismini sayamayacağım birçok güzel insan hiç eksik olmadı başucumdan.
Ve şairler… Dünyayı ters yüz edenler.
Edip Cansever, Birhan Keskin, Behçet Necatigil, Gülten Akın, Turgut Uyar, Nazım Hikmet…
Furuğ Ferruhzad, Bertolt Brecht, Garcia Lorca, Mayakovski, Pablo Neruda…
En fazla şiir okudum belki. Uyumadan önce bir şiir. Büyük Larousse’dan kalma bir alışkanlık. Beyaz bir rüyanın ön sevişmesi gibi.
Şiirlerde insanlar gibidir, nasıl yaklaşırsanız öyle severler sizi. Sağ olsun sevdiler. Ben de onları.
Hep onlar durdu başucumda.
Yalnızken, işsizken, terk edilmişken, kuyu halkalarıyla sıkışmışken.
Her zaman onlar vardı yanı başımda.
Aşıkken, mutluyken, gülerken, papatyalardan fal bakarken.
Her mısralarında, her cümlelerinde yeni bir dünya buldum.
Bir sigara dumanı gibi döndüm döndüm içime girdim.
Yoksulların başucu kitapları olmaz derler. Doğrudur. Çünkü bütün kitaplar onların başucunda durur. "

Sinan Sülün
http://www.basucumuzdakitap.org/2012/03/basucumdaki-kitaplar.html?spref=tw

0 yorum:

Yorum Gönder

ee, ne dersin? :