(kişiler, kurumlar ve özellikle olayın yukarıdaki haberle birebir bağlantısı yoktur)
Canımız epeyi sıkılmıştı. Günlerdir konuşuyor, herhangi bir sonuca varamıyorduk. Bir şey bildikleri yoktu, bugüne kadar herhangi bir konuda akilane bir tutum sergilediklerine rastlamamıştık. Bildiklerini sandığımız tek şey, her şeye itiraz edebilecek yeteneğe sahip olduklarıydı.
Bu konuda da tavırları bir çocuğunkinden farksızdı. Çocuğun hiçbir şey yapmaya niyeti yoksa, ona çikolata almak isteseniz de, onu lunaparka götürmek isteseniz de yanıtı değişmez: İçi geçmiş, çanak yaprakları yemyeşil olmuş lahananın turşusu kadar buruşuk ve katlanılmaz bir umursamazlık. Karşımızdaki tam bir çocuktu, ve o çocuğun istemezlikle silkinen omuzları da her biri ayrı birer hışımla el kaldırıp söz isteyen, oturup kalkan tavırlarıydı. Kimdi bunlar? Bizden evvel yeterince oynamamışlar mıydı? Bıraksalardı da biz de kendi keyfimizi sürseydik, çok muydu? Bu sorular tartışma boyunca hepimizin kafasını kurcalamıştı.
Karşı karşıya geldiğimiz son konuda yaptığımız tek şey laflarını kesip yerlerine oturmasını istemekti. Dinlemek istemiyorduk, çünkü saçmalıyorlardı! Neymiş, yaptıklarımız sadece bizim çıkarlarımıza hizmet eder cinstenmiş. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Tabii ki hayır. Biz ne yaptıysak arkamızdaki insanlar istiyor diye yaptık. Mesela geçen gün bizim bir arkadaşımız, sevdiğimiz saydığımız bir abimiz, eşine bir şefkat tokadıyle hareketlerine, sözlerine dikkat etmesi telkininde bulunmuş. Bu da ortaya çıkmış, bizim lahana turşuları da bunu alıp göğün tepesine yerleştirmişler. Neymiş, kadına şiddete karşı hiçbir önlem almıyormuşuz, bu sözde dayak olayı da zihniyetimizin göstergesiymiş. Biz bunların geçmişlerini de biliriz, bunların böyle dediğine bakmamak lazım. Öyle bir zihniyette olsaydık, eşi öldükten sonra evlenen ya da sevgilisi olan kadınlara para yardımı yapar mıydık? Yapmazdık. Buna da bir kulp bulmuşlar, neymiş, yok kadının sevgilisinin olup olmadığı nasıl anlaşılacakmış, yok bu kanun kadının erkeklerle eşit görülmediğinin göstergesiymiş. Olacak şey değil.
2 Gün Sonra – Büyük Gün
Şu an kahvaltı masasında yanımdaki 150 vekil arkadaşımla birlikteyken, düşündüklerimi aktarmak istiyorum. Bugün –her anlamda- geçirmeyi planladığımız tasarı, bu ülkede düşünülen en iyi kanun tasarılarından biri. Bunu böyle bilmeli herkes. Neden 12 yıllık kesintisiz eğitim olduğunu çıktığımız her kanalda savunuyor olmamıza rağmen, tasarının adının 4+4+4 olduğunu sormayın, bunlar hep pazarlama taktikleridir. Eşsiz ülkemiz bir pazardır, vatandaşlarımız müşterilerimizdir, müşteri velinimetimizdir ve biz de pazar esnafı olarak, her ne kadar arkadaşlarım bunu dile getirmemden rahatsız olsalar da söyleyeceğim, halkımıza en iyiyi, ödeyebileceği en az bedelle satmayı kendimize bir görev olarak addetmiş bulunmaktayız. Bedelsiz hiçbir şey alınamaz, hiçbir hak elde edilemez. İnsan Hakları Beyannamesi'nde geçen eğitimin ücretsiz olarak devlet tarafından sağlanması maddesini yazan arkadaş hayatında hiç ülkemizde vakit geçirmemiş, gelir vergisi beyannamesi doldurmamış olmalı ki devletin her şeyden para alması gerekliliğinden bihaber. Bihaber demişken, büyük düşünürümüzün de dediği gibi, bihaber olmayan, bertar... Bir dakika, buraya uymuyor sanırsam... Neyse.
Kahvaltımız, kafamızdaki şu ana kadar düşünülmemiş binbir cinfikirle, ülke yararına olacak bir sürü çılgın projeyle birlikte gözlemlendiğinde önümüzde duran çoban salatası kadar karışık görünüyor olabilir. Fakat ülkemizin değişen dinamikleri, global konjonktür göz önünde bulundurulduğunda, ileri demokrasinin gerektirdiği çağdaş hukuki düzenlemeleri, gereken her alanda uygulayacak kadar açık bir vizyona sahibiz. Bugün çıkarmayı düşündüğümüz yasanın karşısında duran güçleri biz biliyoruz, müsterih olunsun. İşte tam da bu yüzden, bu kahvaltı böylesine sakin bir şekilde devam ederken, aklımdan geçen bir şeyi değerli vekil arkadaşlarımla paylaşmaya niyetliyim: "Arkadaşlar, yasanın görüşüleceği komisyon salonu, buraya hiç uzak değil. Normal demokrasinin önüne geçmiş olduğumuz için, bu yeni tür ileri demokrasinin öntanımlarını yavaş yavaş koymakta bir beis görmüyorum. Buna istinaden, komisyonun özgür düşünce ortamını etkilemeyecek bir şekilde 150-200 kişi toplanıp komisyonun demokratik ortamına ufak bir balans ayarı versek, nasıl olur?"
Tepkiler olumlu. Vekil dostlarım hiç itiraz etmeden, lise yıllarında katıldıkları kız kavgalarına giderken kravatlarını alınlarına bağladıktan sonra birbirlerinin şakaklarındaki damarların şiştiğini şaşkınlıkla seyrederkenki kadar heyecanlı görünüyorlar. Tek fazlalıkları var, daha gür bıyıkları. Önlerinde ben, bir fatih edasıyla komisyonu fethetmeye niyetli bir şekilde, emin adımlarla yürüyorum. Arkamdan gelen sesler beni yaptığım şeyin çok doğru olduğuna daha fazla ikna ediyor. Komisyonun yapılacağı odanın kapısı kapalı. Kapının hemen yanında odanın ismi ve kapasitesinin yazılı olduğu metal tabelaya vuran güneşin şavkı, üzerinde bulunduğumuz kutsi görevin haklılığını doğrular nitelikte suratımıza vuruyor. (Büyük olaydan sonra farkına vardığım ufak bir şey: o şavk sanırım 200 mumluk ampulun şavkıymış, dünyayı yörüngeden o kadar fazla saptırıp güneşin alnına koyacak kadar güçlü bir nükleer santral patlaması olmadı henüz, daha var.)
Tabelada 150 kişi yazıyor. Biz de 150 kişiyiz. Bu durum komisyonun demokratik ve çoğulcu ortamını baltalayabilecekmiş gibi görünüyor olabilir, ancak gerçekler ayrıntılarda gizlidir. Bu toplantıya 9 kişiyle katılmamız gerekirken 150 kişiyle katılıyoruz, bundan daha çoğulcu bir demokrasi olabilir mi?
Kapıyı vura vura aşındırıyoruz, sonunda açılıyor. Karşıma çıkan ilk vekili bir "bunu böyle bilin" salvosuyla yere yıktım, arkadaşlarımın "Brava! Brava!" nidalarıyla bana destek çıktıklarını görmek, iyice heyecanlandırıyor beni. Arkamdan bir arkadaşım, cümlelerini liderimiz gibi uzata uzata ve bağıra bağıra bitirdikçe karşımızdaki vekiller direnmekte zorlanmaya başlıyor. Ah, sanırım bir şeyi ezdim. Neyse, 28 Şubat'çı vekilmiş, bir şey olmaz. Kırılmış sandalye parçaları ve hoşgörüyle, ileri demokrasinin birleştirici gücüyle biraraya gelmiş sağ ve sol yumruklarımız, az sayıda muhalefet vekilinin karşısında birer Osmanlı süngüsü özelliği göstermeye başladı...
...
Sanırım kazandık, koltukların tamamı bizde kaldı. Artık gönül rahatlığıyla demokrasinin en önemli gereği olan oylamamızı yapıp, güzide kanunlarımızdan birini daha geçirebiliriz. Meclisin meşrubat ihtiyacını karşılayan vekillerimiz bunu öngörmüş olmalılar ki kutlamalar için her şey hazır: Vişne suyu, gazoz ve yayık ayranı (sallanarak içilen), ve tabii ki vatandaşlarımızın en sevdiği, vitamin deposu ayva. Meşrubatlarımızı bitirdiğimize göre, meyvelere geçebiliriz. Ben halkımıza, özellikle bu yasanın üzerine güzel birer dilim ayva ikram etmek istiyorum. Ve bir de kişisel beyan: Bence 4 yıl, bir çocuğun, iş hayatının ve aile yaşamının gerekliliklerini öğrenmesi için yeterli bir süre. Takdir edersiniz ki yüce liderimiz de çalışmaya henüz okurken başlamıştı, böyle güçlü oldu. Bir de okumadan, sadece çalışarak neler yapılabileceğini düşünün... Aman Allah'ım, gözlerim kamaşıyor. Toprak'lar, Ağaoğlu'lar, bu ülkenin geleceği çok parlak... Sanırım biz çok önemli bir yasa geçirdik.
0 yorum:
Yorum Gönder
ee, ne dersin? :