envai çeşit zırvalar kütüphanesi

21 Nisan 2013 Pazar

Kelepir Canlar

   Buyur ediyorum içeri tepesi açılmış yaşlı adamı. İlk defa görüyorum bunu. Demek ki her defasında farklı birisini gönderiyorlar. Terlik koyuyorum önüne. "Sağolun" deyip gülümseyerek geçiyor salona. "Pardesünüz" diyorum soru tonuyla. "Gerek yok. Zaten on dakikayı geçmez."
Adamın gelme sebebine rağmen gösterdiğim bu ilgi alakanın sebebi nedir ben de pek bilmiyorum. Belki yaşınadır. Elindeki alet çantasını masaya koyup şöyle bir göz gezdiriyor eve. "Güzel eviniz varmış." diyor. "Küçük ama şirin." Normalde benim karşılığımın "evin tepene yıkılsın" olması gerekirken zorlama bir şekilde gülümsüyorum. O da anlıyor sanırım bunu. "Neyse işimize bakalım" diyor. Çantadan bir liste çıkıyor. "Caner Arıcı değil mi?" "Evet." diyorum. Aklımdan "acaba hayır desem çekip gider miydi" diye geçiyor. Adamın gözleri hâlâ listede dolaşırken bi anda sabitleşiyor. "Yalnız...Sizin iki tane ödenmemiş borcunuz var." "Biliyorum." diyorum. "Hepsini biliyorum." Kafasını kaşımaya başlıyor. Az evvel evin güzelliğinden laf açmaya çalışan adam yok artık. Bana bakmayan yüzünden çıksa çıksa "ben de emir kuluyum" çıkar. Herhalde hiç denk gelmeyeceğini düşünüyordu böyle bir şeyin. "Şöyle geçin" diyor. Elinde market kasalarında etiket okutmaya yarayan okuyucu gibi birşey. Ben bir aydır yaptığım gibi içimden sayıyorum. Ne olur ne olmaz. Elindeki plastiği boynuma bastırıp ne tepki vereceğimi bilmeden kesik kesik "422 lira" diyor. Derin bir nefes alıyorum. "Her anlamda."

   

    Nefes al! 1...2...3...4...5...6...7...8...9...10. Geri ver.

   Zor zamanlardan geçiyoruz. Zor günler. Aslında kimse tahmin etmezdi sanırım bugünlerin geleceğini. Evet, eskiden de ihtiyacımız olan neredeyse herşeyi yine parayla satın alıyorduk. Ama artık "neredeyse" kelimesine de gerek kalmadı. Herşeyi ama herşeyi parayla satın alıyoruz. En temel ihtiyaç olan havayı bile.

   Altı ay önce hükümetin soluduğumuz havayı metreküpüne göre vergilendireceğini açıklamasıyla başladı bu durum. Eskiden "şakası bile kötü" diyeceğimiz olay bugünün bir gerçeği. Tabi ki ilk günler herkes ayaklandı. Yürüyüşler...Protestolar...Ama sonra ikinci bir açıklamayla kanıksamaya başlamıştık bile durumu. Faturaların yaşa göre değişeceği; 7 yaş ve altına ücretsiz, 8-21 arasına metreküpü 25 kuruş, 22-55 arasına 39 kuruş ve 55 yaş sonrasına da 29 kuruş olacağı bilgisi geldi. Rakamlar makuldu. Kuruş cinsinden olmasının etkisi inkar edilemez herhalde. Ama iyi haberler bitmemişti. 3 aya kadar da ödenmemiş faturalar yatırılabilicekti. Devlet iki ayı kıyak geçiyordu yani. Derin bir nefes aldı insanlar. Yani mecazi anlamda. Ama peki ya 2 aydan sonrası?      

   Artık sokaklarda bir ikisi hariç top koşturan çocuk yok. Okul bahçelerinden sesler yükselmiyor. Anneler sabahları "koşup terleme, hasta olursun" diye tembihledikleri çocuklarını şimdi sadece "koşma" şeklinde tembihliyorlar. Koşup daha fazla hava solumasınlar diye. O da şimdi şimdi başladı aslında. Ufacık ilkokul çocukları için bile 60 liradan aşağı fatura gelmediği görülünce, gerçek bir kez daha yüzüne çarpıldı çoğunun. Ödeyememe ihtimali. 

   "Tertemiz bir hava, herkesin hakkı!" Böyle yazıyordu eve gelen memurun verdiği küçük el ilanı gibi olan kağıtta. Hava kirliliğinin bitirilmesi adına hayata geçirilen bir takım projelerin listesi. Bir iki orman, çiçekli böcekli fidan resmi. Fabrika ve taşıtlar hakkında yeni filtre düzenlemeleri. En sonda da tarife. Sırf çevre duyarlılığı artmamıştı devletin. Teknolojik atılımlar da vardı. Memur, küçük bir halka küpe büyüklüğünde, ama iki yanından bastırılmış lastik gibi birşeyi (yutkunması zor bir hapı bademciklere kadar uzatırcasına) boğazıma taktığında artık devamlı boğazımda bir kılçıkla yaşayacağımı düşünmüştüm. Ama bir iki yutkununca hemen yuvarlak şeklini alıp yerleşti hissettirmeden. Yine kağıtta yazdığına göre insan bedenine zararı yoktu. Ucunda para olunca neler icat edebildiklerini çok daha iyi anlıyorum. Memurlar içindeki çip sayesinde ellerindeki aletlerle anında ölçüm yapıp, faturayı kesebileceklerdi. En çok da bu memurların işine geldi galiba yeni vergi. Sırf bu işler için ayrı kadro açmışlar. Alınanlar, kapı kapı gezip bu (daha çok kulağa deterjan markası gibi gelen) oksimatik denen aleti yerleştirdiler insanlara. Türkiye'nin her yerinden görevli seçilse de bir ayı bulmuştu herkesin ölçülmeye başlaması. Ölçümleri de onlar yapıyorlar. 3000 lira alıyolarmış galiba aylık.

   Adının önündeki takıya rağmen oksijeni değil soluktan geçen bütün havayı hesaplıyor alet. Bunu duyan çakallar şimdi de maske gibi birşey üretmişler yeni. Sözde sadece oksijeni geçiriyormuş. Zamanında sigara süzeni pazarlayanlarla aynı olabilir bu adamlar. Bangır bangır kampanya reklamları dönüyor televizyonda. Büyük ihtimalle palavradır ama kanıp da alan gırla. Diğer yandan, spor salonu sahipleri isyanlarda. Adamlar haklı tabi, müşterilerinin çoğu iptal ettirdi üyeliklerini. En trajikomik olay ise bu sene Avrasya Maraton'un hiç olmadığı kadar az rağbet görmesi.

   Spor demişken geçen televizyonda gördüm. Amatör kulüplerdeki sporcular, hava vergilerinin kulüpler tarafından ödenmesini talep etmiş. 80 milyarları bulan harcamalar yüzünden hepsi kapatılmış. Çuvalla paraların döndüğü 1.liglerde sorun yok tabi.

   Velhasıl parayla huzur bulunmuyordur belki ama hayat satın alınabiliyor artık memlekette. Fırsat eşitsizliğinden dem vurulan bu topraklarda adaletin a'sından bile bahsedilmiyor artık. Zenginlerin yaşamını sürdürdüğü, gücü olmayanların ise teker teker elemine olduğu vahşi bir belgesel görüntüsüne dönüştü buralar. Sokak çocukları, evsizler, ordan burdan plastik toplayıp geçinenler ilk kurbanları oldu bu kırbaç gibi verginin. Elektriği keser gibi nefeslerini kestiler hepsinin. Adana'da bir annenin elindeki son parayla kendinin yerine çocuklarının faturalarını yatırdığı yazıyordu bugün. Sonuç yine aynı. "Nefesi kesilmek" deyimi de artık gerçek anlamda kullanıldığı için, kimsenin dili varmıyor tabir olarak kullanmaya. Dedim ya, zor zamanlardan geçiyoruz.

   Gelelim bana. Yani esas konuya. İstese bütün sülalesinin bir yılllık hava vergisini tek seferde yatırabilecek futbolcuların olduğu İstanbul'da, 1200 lira maaşa bir çağrı merkezinde çalışıyorum. Yanlış anlaşılma olmasın. İşimden memnunum aslında. Yani memnundum maaşlar yatmamaya başlayana kadar. İki ay üst üste paralarımızı vermediler. En kötüsü de ne biliyor musun? Kimse çıkıp tek laf edemiyor. Kimse bağıramıyor "paramı ver ulan şerefsiz!" diye. Çünkü patron olacak köpek de biliyor elimizin kolumuzun bağlı olduğunu. Maaş için bir umut çalıştığımızı. Çıksak işten, o da olmayacak. İşte bu çok koyuyor.

   İki aydır birikmişlerimle idare ediyorum. Şükür ki  geçen ayın ödemesini yaptılar. Bir aydır karnımda devamlı bir yumruk. Kira falan derken kala kala elimde 450 lira kaldı. Yeter mi bilmiyorum. Ki diğer faturaları yatırmadım bile. Kesilirse kesilsin. Borç desen kimse vermiyor artık. Adam bana vereceği parayla eşini çocuğunu halledecek belki de. Ne diyebilirsin. Bizim öyle bir sorumluluğumuzda yok. Tek başınayız.

    Aslında paralı olsun ya da olmasın bir nefes, ölüme bir adım daha yaklaştırırken her birinin bedelinin olması bütün renkleri daha da soluklaştırıyor. Verilen her solukta o dijital sayacın biraz daha arttığı geliyor gözümün önüne. 

   Ama daha fazla gücüm kalmadı. Sadece kendimce birşey buldum. Arada nefesimi tutup içimden sayıyorum. 1...2...3...4...5...6...7...8...9...10. Gözüm de saatte. Artık gelse ya şu adam.













0 yorum:

Yorum Gönder

ee, ne dersin? :