envai çeşit zırvalar kütüphanesi

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Vişne Lekesi

"Hasiktir lan ordan" dedi ve önünde ki vişne suyunu olduğu gibi üstüme fırlattı. Yüzüme ve gömleğime bakıcak olursak konuşmaktan tek bir fırt dahi almamıştı. Ayağa kalktı ve sağ işaret parmağını sallayarak "Bir daha sakın karşıma çıkma yoksa seni çok pis yaparım" dedi. Sonra da topuklularıyla yeri döve döve çekip gitti. Yanaklarımdan hâlâ meyve suyu süzülürken gözlerim, gelirken getirdiğim masada ki papatyalara gitmişti. Onlar bile nasibini almıştı. Artık eskisi kadar beyaz değillerdi. Nasıl becerdiyse artık gayet başarılıydı bu konuda. Masa kenarında duran peçetelikten altı yedi tane birden alıp kurulayabildiğim kadarıyla kurulamaya çalıştım yüzümü.



Kadınlara has bir akım falan mı bu savunma mekanizması? Ne oluyor yani sırılsıklam olunca. Savunma yerine saldırı da gayet makul bir kelime aslında. Ya da sadece kadınlarda bulunan, evde kalma korkusunun aktifleştirdiği bir genin yol açtığı refleks mi?

Şimdi olay yerinde kalan tek kişi olarak üstüme çullanan envai çeşit gözlerin bakışları ve tabii ki her kafanın üstünde görünmeyen tek tip düşünce balonları: "Konu neydi acaba?"

Evlilik. İlk başta şakayla başlayıp sonra yavaş yavaş ciddiye binen en son beni bu hale kadar getiren konu. Evlenmek istiyordu. Ben ise erken olduğu düşüncesindeydim fakat ne ettiysem inandıramadım. Israrla onu idare ettiğimi iddia ediyordu. Sonra da yedik işte vişneyi. Küfürü de. Dahası vişne zor çıkar.

Hakikaten nasıl buraya kadar geldik ki? İki saatlik bir konuşma öncesi ile sonrası nasıl bu kadar taban tabana farklı olabilirdi ki? Az evvel benle hayatını paylaşmak isteyen kadın şimdi kendisiyle arama aşılması güç kalın bir çizgi çekmişti. Derken biri düşünce balonunu patlattı.

"Hiç anlaşılmıyorlar değil mi?"

Yan masada oturan elinde gazetesiyle benim yaşlarımda bir adamdı sesin sahibi.

"Anlamadım, ne dediniz?

"Kadınlar diyorum... Anlaşılması zorlar."

Aklımdan geçenlerin yüzümden okunduğuna dair bir şüpheye girdim. Bu her zaman böyleyse iyi değildi.

"Evet...En azından şimdiye kadar ben de pek çözemedim."

"Aslında göründüğü gibi değil pek olay." dedi. "Johann Cruyff'un futbolla ilgili bir sözü vardır bilir misin? Biraz o hesap. Kadınlar basit yaratıklardır. Zor olan onlarla basit oynamak."

"Çok deneyimliyiz galiba bu konularda." dedim.

"Eh, yani. Hatırı sayılır sayıda ilişkim olmadı desem yalan olur. Kimisinden kazık yedim, kimisine kazık attım."

"İyi gitmemiş pek anlaşılan. Tek başına oturduğuna bakılırsa."

"Sen de aynı durumdasın şu anda yalnız." dedi gülümseyerek ve sonra ayağa kalktı. Gelip masayı gösterek "oturabilir miyim?" diye sordu. Bir an kararsız kaldım. İstesem ben de pek âla bir hasiktir çekip önümde ki kolayı fırlatabilirdim. Ama ne olası bir pasif gene sahiptim ne de bu akımın bir temsilcisi. Yakıştıramadım. "Olur." dedim uzatmadan.

Karşımdaki sandalyeye bıraktı kendisini.

"Teşekkür ederim. En azından masada tek başına oturan iki adam değiliz artık." dedi gülümser yüzle. Elini uzatarak "Ben Selim." dedi.

"Ben de Metin."

Tokalaştık. Giderek garipleşiyordu durum ama adamın ne yapmaya çalıştığını merak ediyordum daha çok.

"Ama ben en azından hâlâ kazık yemiş değilim." dedim.

"Nasıl yani? Sen şu demin ki olaya kazık demiyor musun?"

"Yoo. Tamam biraz sert oldu ama sonuçta kendine göre haklı o da." Az evvel küfür yediğim kadını savunmamın bir sebepi yoktu. Hâlâ içgüdüsel olarak süregelen bir savunma, laf söylettirmeme isteği sadece.

"Katılmıyorum ama neyse öyle olsun yine de. Ben buna süpermen sendromu diyorum."

"Nasıl yani?"

"Şöyle. Kadınlar erkekleri Süpermen yaparlar bir süre. Böylece onları en tepeye çıkarırlar. Ama gün gelir birden o tepeden aşağı iterler, tekrar Clark Kent'sindir onların gözünde artık. İşte tam o anda bazısı hangisi olduğunu şaşırıp ufalanır gider. Bazısı da hâlâ inatla Süpermenliği elden bırakmayıp Lois'ini korumaya çalışır. Buna da Süpermen sendromu denir. En azından benim için."

Benimkiyle hem tutuyordu hem de tutmuyordu çıkarsaması.

"Eee, hata kimde? Erkekte mi kadında mı?"

"Bence erkekte." dedi. "Defalarca yere yapışıyoruz ama bir gazeteci kız görünce hazır oluyor mavi elbisemiz giymek için."

"Bir erkek olarak bunu söylemen enteresan. Kadınlara pek güvenmeyen birisine benziyorsun aksine."

"Öyle demeyelim de artık ne zaman hangi durumu almam gerektiğini biliyorum diyelim. Hem güvensem ne olur ki sanki? Sonunda elbet bitiyor hepsi bir gün."

İşte burada tamamen ayrılmıştı fikirlerimiz. Yavaştan kıl kapmaya başlamıştım.

"E senin mantığınla hiç bir ilişkiye başlanmaz ki. Zaten öyle kazık atarak kazık yiyerek de bir yere varılmaz."

"Aksine insanı yaşadığı acılar ya da hayal kırıklıkları büyütüyor. Onun için düşen bir çocuğu tutup kaldırmam. Her seferinde biri elinden tutarsa hiçbir zaman kendi başına kalkmayı öğrenemez. Kimsesi kalmayınca çaresi de kalmaz."

"Madem o kadar iyi biliyorsun niye o kadar fazla beraber olduğun vardı da biri devam etmedi? O kadar çok kadından ayrılacağıma hiç başlamam daha iyi. Bana şunu yapan kadın benimle evlenmek istiyor biliyor musun?" dedim gömleği göstererek.

İstiyor. Yani az evveline kadar istiyordu. Ya da neyse ne. Ne farkedecek ki bundan sonrası için.

"Sen ne zaman yenildiği maçtan sonra futbola küsen futbolcu gördün?" dedi açığımı yakalamış bir edayla. "Mesele sonuna kadar sevmek ya da sonuna kadar güvenmek değil. Bu yüzden basit oynamıyoruz işte. Ne meydana geliyorsa zıtlıklardan meydana geliyor. Sen çok güvenirsen muhakkak daha az sevilirsin. Gözün kapalı güvenirsen bıçak arkandan gelir, ruhun duymaz. Mesele anı yaşamak. Oluruna bırakmak."

"Seni gerçekten seven bir kadın bulamadığın için böyle düşünüyorsun. " dedim. "Kusura bakma ama ilişkilerin yalan dolan olmuş. Yediğin kazıklardan gedik olmuşun. Herkes hakettiği karşılığı görüyor demek ki."

Güldü. "Peki sen buldun da, ne oldu? Kadın çarptı yüzüne vişne suyunu. Hakettin mi bunu şimdi?"

Sinirimi bozmuştu işte şimdi.

"Ama en azından oynamadık birbirimize. İnandık. Hem sen ne biliyorsun ki bizim hakkımızda?Adımı bile yeni öğrendin be."

"Bir dakika bir dakika, sakin. Ne biliyorum sayalım. Şu giden kadının adının Nur, yaşının 24 olduğunu ve bir şirkette sekreterlik yaptığını söyleyebilirim mesela." dedi bir kaşı havada.

Kabul ediyorum, bunu beklemiyordum hiç. Ama çabuk toparladım.

"Belli ki iş yerinden bir arkadaşısın işte."

"İş arkadaşı olsam yine de geçen haftasonu senin evinde kaldığını bütün pazar akşamı yine evlilik hakkında tartıştığınızı ve hatta bu yüzden cumartesi akşamındaki sevişmenin aksine ayrı yataklarda yattığınızı bilebilir miyim sence?"

Bir şey diyemedim. Daha nasıl bişeyin içine düştüğümü anlayamadan devam etti.

"Beni dövmek falan istiyosundur ama bunu yapmam gerek. Nur'la iş arkadaşı değiliz ama orada tanıştık. İş görüşmesi için gidip gelirken bana yakınlaşmaya başladı. 3-4 haftadır görüşüyoruz. Seninle ayrılmak istiyordu ama sana başkasını sevdiğini söylemeye cesaret edemedi. Laf arasında senin evlilik için fikrini öğrenmiş. Bunu bahane ederek senden ayrılabileceğini düşünüyordu. Hem de peşine düşmemeni istiyordu. Neyse işte. Gelip bana söyledi bir gün. Başta olur dedim ama sonra kafama yatmadı. Ben de arkasından gelip yan masanıza oturdum. Başka şekilde iletişime geçemezdim" dedi. Yüzünde benden gelecek tepkiyi tartan bir ifade vardı.

"Niye en başından söylemedin?"

"Söylesem bu kadar uzun konuşur muyduk? Benim amacım seni ayağa kaldırmak değil. Kendini ayağa kaldırabilmeni sağlamak. Eğer Nur'un dedikleriyle kalsaydın hiçbir zaman gerçekleri göremicektin. Şimdi ikimiz hakkında da istediğin gibi düşünebilirsin. Ama önce konuştuklarımızı bir kafandan geçir derim. Sen bilirsin yine de." dedi. Gözü gömleğime gitti.

"Vişne lekesi de zor çıkar."

"Onla uğraşmam artık."

Masanın üstüne 10 lira bırakıp karşıma çıkan ilk gömlekçinin kapısından girdim içeri.


































0 yorum:

Yorum Gönder

ee, ne dersin? :