Samimiyet bulunduğu özel ya da tüzel kişiye saygınlık ve güvenilirlik kazandıran bir özellik. Türkiye topraklarında yaşayagelmiş birçok milletin, özellikle de Anadolu kültürüne sahip insanlar için bir muhabbetin, bir cemaatin, kısacası tek insan veya insanlardan oluşan her topluluğun dikkate değer olması için vazgeçilmez sayılan yazısız kurallardan biri. Nedir bu samimiyet?
Samimiyetin sözlük anlamına bakmak sanırım ufak çaplı bir paradoksa yol açabilir. Sözlükler, kelimelerin duygulardan arındırılmış hallerini, salt temel ve yan anlamlarını toparlayan bilgi kaynaklarından başka şeyler değil. Samimiyet, mutluluk, şeref, namus gibi soyut kelimelerin bu kadar ayağa düşmelerine ve alındıkları her dilde farklı kavramlar olarak kullanılmalarına izin veren şey de bu. Türkiye’de de samimiyet, göründüğü gibi eksikliğinden olsa gerek, kahvehanelerden kütüphanelere, tartışma programlarından meclislere, dillerden dillere öylesine çok dolaştı ki, sahip olduğu anlamın asaletini kaybetmekten bitap düştü ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Yüzyıl önce Tolstoy Diriliş’inde, romanın baş karakteri –ve aslında Tolstoy’un kendisi- olan Nekhlyudov, Çarlık Rusya’sının ahlaki ve toplumsal yapısının içinde kendisine çok sağlam bir yer bulmuşken, hatta bu yere doğuştan sahip olmasına rağmen, bulunduğu hayatın sefahatının kararttığı gözlerini birazcık ovaladıkça, başta kendisi olmak üzere, toplumun ne kadar iğrenç bir samimiyetsizlik içerisinde yüzdüğünü görmeye başlamış, ve manevi huzuru, bu toplumun sunduğu maddi rahatlıklara tercih ederek kendini kurtarmayı denemiştir. Toplumun tüm sınıfları, inançlarından yaşam tarzlarına, adalet sistemlerinden iletişimlerine kadar bir sürü konuda, birbirlerine o kadar samimiyetsiz ve umursamaz davranır ki, birbirlerinin yüzlerine gülmekte, Tanrılarının huzurundayken ona dualarını sunmakta, suçsuz insanları sadece alt sınıftan oldukları için hapishanelere tıkmakta hiçbir beis görmezler. Ve Nekhlyudov, karşılaştığı bu durum karşısında, sadece kendi davranışlarını değil, toplumda kendisine direkt bağlantılı olmayan, ama sadece bir kulaç uzaklıkta duran ve insanların sadece “bana dokunmyan yılan bin yaşasın” mantığıyla göz ardı ettikleri adaletsiz ve samimiyetsiz olayları da düzeltmeye çalışır. Ama kitabın diğer başkarakteri Maslova, Nekhlyudov’un ona karşı hissettiği duyguların samimiyetine bir türlü inanamaz, çünkü zamanında Nekhlyudov da diğer insanlar gibi davranmıştır, ve her ne kadar değişmiş gibi görünürse görünsün insan insandır, samimiyetsizlik de içinde vardır.
Geçen gün pek yakın olmadığım bir arkadaşımın üyeliğini ve tanıtımlarını yaptığı ticari maksatlı bir stknın birkaç sitede paylaştığı tanıtım ve teşvik yazılarını gördüm. Ana konu şuydu: Markalaşma. Buraya kadar pek anormal bir durum yok. Dünyanın markalaşarak daha düzgün bir yer olacağını da, yerin dibine batacağını da savunmayan, öğrencilik yıllarını ticari girişkenliğini arttırmakla geçirmek isteyen bir insan için, gayet normal, olağan. Ama bahsettiğim arkadaşım, tanıdığım kadarıyla çok düzgün bir müslüman hayatı yaşayan, son derece toplumsal ahlak sahibi, kısacası ne yaptığını bilen biri. İşte bu anda bu normal görünen olay benim gözümde çok büyük bir samimiyetsizlik örneğine dönüşüyor.
Sen misin ulan alemin ahlak polisi, sanane ne yaparsa yapar adam diyenlere sözüm, bu yazının amacının ben dahil okuyan herkesi samimiyet hakkında iki dakikalık da olsa düşünmeye ve “ben napıyorum acaba?” sorusunu sordurtmaya yönelik bir yazı olduğudur. Hiçbirimiz yeterince samimi olmayı seçmediğimiz için ilişkilerimiz bu kadar bozuk ve dolayısıyla o “toplum çok bozuldu yea” şeklindeki klişeleşmiş, ucundan-sosyolojik geyiğe giriş cümlesi ağızdan ağıza dolaşmakta.
Neyse. Şimdi bu arkadaşla yeterince yakın olsaydım sanırım şu soruları sorardım: Abi sen markalaşmayı bu kadar güzelliyosun da, o meydanlarda, mavi marmara’da, ya da bilgisayarlarımızın başında vicdanlarımızla savunmaya kalktığımız Filistinliler, en az Filistinliler kadar zulüm gören ancak sen ve ben ve bizim gibiler hariç bir avuç insan dışında hallerinden bihaber olunan Doğu Türkistanlılar, Afrika gibi doğal zenginliklere sahip mükemmel topraklarda senin benim gibi yaşayacağına bir yudum suya muhtaç bırakılan insanlar, kimin, neyin eseri? Filistinliler, markalaşma konusunda karşısına İsa çıksa bile tanımayacak hale gelmiş Amerikanlar tarafından bu hale getirilmedi mi? 20. Yüzyılın ortalarında dünyanın tek ekonomik, askeri ve siyasi gücü olduğunu kanıtlayan ABD’nin, İsrail’in kurulmasına ve yaptığı işgallere, ezaya göz yumması bu zulmün tetikleyicisi değil de ne? Eğer markalaşma ve onun beraberinde gelen kült marka tüketiciliği senin benim gibi ortasınıf insanlarca bu kadar içselleştirilmeseydi, bu adamlar bu kadar güçlenebilir, karşımıza dikilip sırıtarak insanları öldürebilirler miydi? Belki evet, ama en azından bizim paramızla olmazdı bu. Starbuckslar, McDonaldslar markalaşırken, alt ve ara iş gücü ve bunların ücretlendirilmesi, sosyal haklarının verilmesi konusunda bu kadar umursamaz davranabilir miydi? Ya Afrika? Adamların adım attığı yerden kahve, altın, petrol, su, demir[1] fışkırıyor, ama fışkıran bu kadar şey aşağı düşerken bu adamların boğazından iki lokma ekmek geçmiyor? Neden? Sadece çok salak oldukları ve ülkelerine gelen yeraltı kaynağı avcılarına iyi niyetlerini kullandırttıkları için mi? Hırsızın hiç mi suçu yok?
Aynı durum toplumsal yapılanmalarda da geçerli. Kendini demokrat olarak tanımlayan, toplumun bir kesiminin muhafazakar milliyetçi, bir kısmının totaliter vesayetçi olarak tanımladığı iktidar partisinin şu cümlede ortaya çıkan durumu da; kendini sosyal demokrat olarak tanımlayıp, toplumun bir kısmınca kemalist diktacı ve darbeci, bir kısmınca da milliyetçi olarak tanımlanan ana muhalefet partisinin durumu da, bu iki partinin liderlerinin ve ağır toplarının ne kadar samimi olduklarını gösteriyor. Başbakanımız bir konuşmasında Alevileri hakir görürken, bir süre sonra diyalog için adım bekliyor. Dersim Katliamı konusunda CHP’yi suçlayıp yüzleşin, özür dileyin derken, başbakanlık arşivinin kapılarını açmamaya devam etmekte bir beis görmüyor.
Samimiyetsizlikten girip buralara kadar gelmem ve konunun dallanıp budaklanması, bana kalırsa sadece benim dikkat eksikliğimden ve boşboğazlığımdan kaynaklanmıyor. Örnekler genişledikçe, samimiyetin aslında kitlelerin hayatında ne kadar da büyük bir yer tuttuğu görülüyor. Oysa yapılması gereken, takiyecilik illetinden sıyrılıp her şeyi olduğu gibi değerlendirmek ve usulüne uygun ifade etmek. Aynı Nekhlyudov'un yapmaktan uzun süre kaçındığı, ama bunu başardığında da huzura ulaştığı gibi.
[1]: Bu linkteki ilk paragraf anlatmak istediğimi özetliyor: “Düzinelerce Batılı çokuluslu, dünyanın en fakir ülkelerini barındıran Afrikanın biyo-kaynaklarını sömürerek milyonluk karlar elde ediyor ve oralarda yaşayan insanlara zırnık koklatmıyor.” İşte tam bu nokta, markalaşmanın, kendi sınırları dışında kalmayı tercih etmiş ya da buna zorlanmış insanları nasıl yerin dibine sokacağını gözler önüne seriyor.
0 yorum:
Yorum Gönder
ee, ne dersin? :