skip to main |
skip to sidebar
- Dünya hayatının baş döndürücü ve insanı vakum gibi içine çeken gerzek trafiğine kapılmamayı başarabilenleri kutlarım. Büyük iş.
- Bence dünyadaki en büyük hayal kırıklıklarından biri, sanat dallarından herhangi birinde çok uzun süre çıkmasını beklediğiniz bir ürünün beklentiyi karşılamaması.
- Bir sanat eserini beklemek demişken, bence sanatçılar sevenlerinin ısrarla isteyerek beklediği bir eser varsa bunun üzerine çalışmayı reddetmeyi hoş bulmuyorum. Kulağa çok bencil gelebilir. "Yapmazsa yapmaz kardeşim zorla mı" diyebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Ama bir şair ya da roman yazarı yazmayı, bir ses sanatçısı şarkı yapmayı, bir yönetmen ya da senarist film çekmeyi nasıl reddebilir ki? Ya da niye reddetsin ki? Bunda hafif bir şımarıklık kokusu bile var diyebilirim. Bu durumu kabullenebileceğim tek geçerli sebep, mevzu bahis sanatçının geçmiş işleri kadar iyi bir iş çıkaramayacağı fikrine sahip olması. Bu anlaşılabilir birşey.
- Son iki maddeden sonra Barış Bıçakçı'nın adı anmasam olmazdı. Beş yılda bir kitap çıkarıyosun. Onu da incecik çıkarıyosun. O da "Seyrek Yağmur" gibi olmasın be abim. Bitiremeden bırakmıştım kenara. Kusura bakma.
- Size önerim eğer anne babanız facebook kullanıyorsa ara ara gizlice telefonlarını alıp hesaplarını elden geçirmeniz. İleri yaşlı insanların sosyal medyayı kullanma şekilleri çok sakıncalı olabiliyor. Koca puntolarla yazılmış provokatif paylaşımlar, yalan yanlış haberler, "paylaşalım herkes görsün" şeklinde ki sansürsüz şiddet, patlama çatlama vs. videoları... Yarım saat içinde kafayı sıyırabilirsinz. Eğer anne babanızın akıl sağlığını düşünüyorsanız bunları engellemek onlar için iyi olacaktır.
- Farkında mısınız bilmiyorum artık yaz mevsiminde bile televizyonda komedi dizisi yok. Tabi ki dizilerde mizah öğeleri var ama benim bahsettiğim salt mizah üzerine yazılmış bir dizi. Gülmek isteyen televizyon seyircisini, zamanında iyi olan ama şimdilerde hafiften azalarak bitmeye başlayan "Güldür Güldür Show"a mahkum ettiler. Ama hâlâ Şevket hoca karakterinin ekmeğini yemeye çalışıyor orası da. Bırakın artık sadece metroda nescafe reklamı olarak görelim onu.
- Mutluluk sıralamasında listenin en aşağısındaki ülkeler arasında iken ve antidepresan kullanımının
yüksek oranlarda görüldüğü bir toplum iken televizyonda da devamlı gerilim, endişe, korku temalı yapımların pompalanmasında bir tezatlık yok mu? Bunun şöyle bir açıklaması olabilir. Seyirci bunu istiyor. Bu diziler reyting yapıyor. O yüzden bu diziler çekiliyor. Peki. Ama bu da sorunumuzu gidermiyor. Zaten hayatında yeterince olumsuzluklar bulunan bir insan niye akşam oturup çocukları kaçırılan bir annenin aşırı dramatik mücadalesini ya da işte çeşitli oyunlarla araları bozulmaya çalışılan çiftin hüzünlü aşk hikayesi ya da hep babasından şiddet görev bir gencin başından geçenleri izlemek ister. Türkiye'de zaten yeterince çocuk şiddeti, tecavüz vb. olay yok mu? Bunları izlemek istiyorsak akşam haberlerinizi izlememiz yeterli. Hem senaryo da değil hepsi gerçek. Niye sıkılmıyoruz biz artık bu dizilerden? Ya kendimizden çok aşağıda maddi ya da manevi sefalet içersinde olan karakterlerin ya da bizden çok çok yukarda lüks hayatları olan, jeeplerle gezen insanların aşk hikayelerini izletiyorlar. Yani yakın tarihte çıkan bir komedi dizisi var mı desem akla en fazla Kardeş Payı gelir. Üzerinden iki sene geçmiş. Peki devamlı arkada gerilim müziğinin çaldığı dizileri sayalım desem eminim ki hemen hepimiz yayında olan 4-5 tane dizi sayabiliriz. Türk toplumu komedi işini sevmiyor desek, türk sinema tarihinin en çok izlenen filmleri komedi filmi olmazdı herhalde. (Gerçi birincisi Recep İvedik ama orayı hiç karıştırma.)
- Neyse ki bence Avrupa Yakası'nda bu yana dikiş tutturamamış ve uzun süredir ortalarda gözükmeyen Gülse Birsel'den güzel bir haber geldi. Nihayet bir dizi ve bir de film projesiyle geliyormuş. Bu kadının mizahi zekasını seviyorum. Umarım güzel, gelecek bölümü beklemeye değer bir iş çıkartır. Yalnız o Golf reklamı hiç olmamış.
- Cuma namazından önce hoca cemaate "Yeni ayakkabıyla, özellikle ayakkabınız spor ayakkabı ise onunla camiye gelmeyin. Utanmadan güvenlik kamerasına gülerek çalıyor hırsızlar." uyarısı yaptı. Bu bugünün müslüman topluluğu için bir dramdır. Bir utançtır. Osmanlısıyla övünmeyi huy edinmiş türk topluluğuna hatırlatmak gerekir ki, Osmanlı zamanı kapılarda kapı kilidi diye birşey yokmuş. İhtiyaç duyulmuyormuş zaten. Nerelerden nereye işte. Müslüman gençlere namazı, orucu öğrettğimiz kadar hırsızlık yapmamayı, yalan konuşmamayı, iftira atmamayı öğretebilsek keşke. Fakat ne yazık ki, küçük de olsa yalan söyleyemeyen insanlara "doğrucu Davut" diye lakap taktığımız bir zamandayız. Allah hepimize domuz eti yemekten çekindiğimiz kadar kul hakkı yemekten çekinmeyi de nasip etsin.
- Deniz Akkaya demiş ki: "Ne giyileceğini benden iyi kimse bilemez. Bunu sokakta poğaça yiyen birinden öğrenecek halim yok."
Expresso eşliğinde kruvasan yerken konuşabiliyor muyuz peki? Bu nasıl bir egoymuş yahu? Ağırlık yapmıyor mu sende o? 40 yaşına gelmişsin, çocuk çocuğa karışmışsın. Artık biraz akıllanmanızın ve durulmanızın zamanı gelmedi mi? A pardon kaşarlı - susamlı poğaçayı çok severim ben. Sustum.
- Ölüm orucu, bence hak arayış çeşitlerinin içinde en işe yaramaz olanı. Tarihe baktığınızda zulüm görmüş ve ölüm orucu tutarak veyahut kendine zarar vererek hakkını geri alabilmiş kaç figür görebiliyorsunuz? Martin Luther King? Malcom X? Gandi?
Adalet mi istiyorsunuz? Bunu ölüm orucu tutup yatağa düşen gencecik insanlara çeşitli illüstrasyonlar, güzellemeler yapmak yerine, bu insanları ayağa kaldırarak güçlenmesinin yollarını arayın. Unutmayın ki bu insanların haklarını geri alabilmeleri için yaşamaları gerek. İntihara sürüklenmek bir çözüm değil.
- Bir süredir hem çevremde hem de internet ortamında dikkatimi çeken bir durum var. Aslında ne zamandır bununla ilgili henüz ayyuka çıkmadan birşeyler yazmak istiyordum ama fırsat bulamadan gündem maddelerinden oldu bile. Nedense "türkiye'ye gelen suriyeli şerefsizler burada sefa sürüyor" gibi bir algı yapılmaya başlandı. "Ülkemde suriyeli istemiyorum" kampanyaları gırla gidiyor. Öncelikle şuradan başlayalım. Şu an ülkede kayıtlı 3 milyon civarı suriyeli var. Bu sayı kayıtsız olanlarla daha fazladır ama biz 3 milyon diyelim şimdilik. Bu 3 milyon suriyelinin hepsinin tek tip bir karakter, tek tip bir zihniyet ve tek tip bir amaç uğuruna buraya geldiğini düşünmek yanlış bir hareket. Bu çok açık.
Bir şeyi vurgulamam gerek. Bunları yazarken mültecileri ne savunuyorum ne de yeriyorum. Nitekim taraf tutmama sebep verebilecek bir tane bile suriyeli tanıdığım da yok zaten.
Her toplumun içinde olduğu gibi suriyelilerin içinde de uğurlusu da var uğursuzu da. Ortak yönleri, üzerinden geçilen koca bir medeniyetin enkazından kaçmaları. Nitekim sadece Türkiye'ye değil dünyanın bir çok ülkesine dağılıyorlar. Göç etmeyip ülkeleri için savaşmaları gerekiyor mu gerekmiyor mu burası tartışılır. Burada esas konu daha çok türk tarafının kullanmaya başladığı nefret dili.
Gelen suriyeliler sosyal düzeni bozuyor olabilirler. Hırsızlık tecavüz olaylarına karışıyor olabilir. (Gerçi bu olaylardan onlar olmadan da zaten yeterince çok.) Fakat bu düzen bozulmasından dolayı sorumlu tutulacak kişi en az bu işleri yapan suriyeliler kadar,(hatta belki onlardan daha fazla) onları ülkeye hiçbir kontrol sistemi olmadan hurraa diye alan akıldır. Hatta o akıl ki 3 milyon suriyeli üzerinden Avrupa ile pazarlık yapıp 3 milyar Euro karşılığı mültecileri kabul etme anlaşması yapan akıldır. Hiçbir kontrol sistemi olmadan, gelen insanların buraya adapte olması için hiçbir altyapı oluşturmadan bu kadar yüksek sayıda göç almanın doğuracağı çok olası sorunlar değil mi bu yaşadıklarımız?
Bir de bu insanlara kin besleyen kesime hatırlatmak gerekir ki bizim milletimizden de yaklaşık 60 yıldır daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için Almanya'ya göç edenler var ve hatta bazıları Almanya'nın yarısının Türk olması ile övünç duyuyor. Gurbetçi türk dediğimiz kesmin ise 3. nesil olsa bile Almanya'nın sosyal düzenine uymayı hâlâ ısrarla reddettiğini oraya yolu düşen herkes tanık olacaktır.
Velhasıl kelam bu göçebelik konusunda önce aynaya bakalım. Bu durumun sorumluluğu kimlere ait bir düşünelim. Hatta iki kez düşünelim. Sonra isteyen istediği yorumu yapar zaten.
- Bu nefret dilinin mide bulandıran başka örneklerinden biri daha peydah oldu son zamanlarda.:"Yallah Arabistan'a"
Daha çok seküler kesimde gözlemlendiğini düşündüğüm bu söylem; ülkenin aynı zamanda aydın, özgürlükçü ve modern tarafını teslim ettiği iddaa edilen kesimden duyulduğu için kendi için de bir tezatlık da taşıyor. Çünkü bildiğim kadarıyla düşünce ve ifade özgürlüğü, doğru ya da yanlış fikirleri yüzünden insanlardan ülkeyi terk etmelerini talep hakkını doğurmuyor. Sırf daha muhafazakar bir düşünce yapısına sahip olduğu için veyahut ülkedeki bazı öğelerin kendi istekleri doğrultusunda daha muhafazakar şekilde yaşanmasını talep ettikleri için "ya sev ya terket" benzeri zorba bir söyleme maruz kalıyorlar. Yanlış anlaşılmasın burada bahsettiğim, çevresine kendi yaşama şeklini dayatmaya çalışan birisine gösterilen tepki değil. Sıradan bir söylemin bile karşılığı olabiliyor ve dahası giderek daha fazla kullanılan popüler bir tepki haline geliyor.
Örneğin bir futbolcu facebook'ta, New York'taki ünlü Times meydanında çektirilmiş bir adet fotoğrafını paylaşıp altına "Herkese iyi bayramlar dilerim" notunu düşmüş. Bir kullanıcı da yorum olarak "müslüman bayramını kafirin ülkesinde gezerek kutlama işin ayrı bir boyutu." yazmış. Yani kendi düşüncesine göre tasvip etmediğini dile getirmiş. Buna verilecek karşı cevap en fazla şu olmalı normalde. "Bence bir problem değil oraya gitmesi. Herkesin kendi tercihi."
Gelen cevaplar şu şekilde:
"Cahil köpek, seninle burada coğrafya konuşacak değilim. Yallah arabistan'a haydee."
"S...t g.t o zaman Arabistan'da yaşa."
Bunları yazanlar da 13-14 yaşından grubundan çocuklar değil, koca koca evli barklı insanlar.
Doğru veya yanlış da olsa küfür veya hakaret içermeyen bir yorumun karşılığının bu olması, çok acı değil mi?
Herşeyi geçtim biz gerçekten nasıl bu kadar aşağılayıcı, bencil, tolerans ve empatiden bu kadar uzak bir topluluk haline geldik? Mankeni çıkar çobanı, poğaça yiyeni hor görür. Ötekisi çıkar yerlisine mültecisine yallah çeker. Bir hadsizlik bir kendini bilmezliktir kopmuş gidiyor.
Ece Temelkuran'ı sevmem ama kadının yıllar yıllar evvel sorduğu mottoluk bir soru vardı. "Bir zamanlar bu ülkede insanlar güçsüzlerin yanında saf tutardı. Bir zamanlar biz kaybeden takımları tutardık. Siz ne oldu da, ne zaman, nasıl bu kadar zalim oldunuz?" diye sormuştu birilerine.
Bu soru bugün artık ülkenin her kesiminden büyük bir çoğunluğuna sorulmalı.
- Görüşmek üzere...
0 yorum:
Yorum Gönder
ee, ne dersin? :