O günün gecesinde sürekli plan yapmaktan uyuyamamıştım. Ancak bir iki saat işte. Firuze’nin cuma günü taşınacaklarını söyledikleri günün gecesinde. Sabah çok kötü olacaktı durum benim için ama olsun zaten sonra hafta sonu var, doya doya uyurum.
Bir kız var okulda. Bizim yan sınıfta. Adı Firuze. Saçları böyle dalgalı dalgalı. Aşığım ona. Henüz haberi yok bu durumdan ama son vericem artık buna. En azından planım işlerse sonunda öyle olacak.
Sabah kalktığımda annem kahvaltı masasını hazırlamıştı. Balıdır reçelidir envai çeşit ıvır zıvır. Ama hiç canım istemiyordu. “Ben yemicem” dedim anneme.
“Ama oğlum…”
“İtiraz istemiyorum anne. Aşık adamız şurada. Benden rahat rahat sabah keyfi yapmamı beklemiyorsun herhalde.”
Yüzümü yıkadıktan sonra odama gittim. Cuma günün ders programına baktım. Bir türlü ezberleyemedim gitti şu lanet şeyi. Ağzına kadar dolu rafın arasından çekip çıkardım kırış kırış olmuş kağıdı. Matematik, Matematik, Fen Bilimleri, Fen Bilimleri, Müzik, Müzik. Hangi akıllı koymuş lan saatin yedisine matematiği! Neyse, en azından son iki saat rahattık. Aldım çantamı, çektim kapıyı çıktım.
Okula vardığımda Andımız daha okunmamıştı çok şükür. Birkaç kez yakalayamayınca saatinde müdür toplayıp basmıştı kalayı daha karga bokunu yemeden. Zaten başlayacam bir gün bu kel Necmi’ye de, dur bakalım.
Sınıflara dağıldık. Bizim matematikçi de geldi. Yalnız benim gram alakam yok dersle. Bütün kafam plandaydı. Yapılacaklar listesi belliydi de, zamanlamayı kurmamıştım daha kafamda. İlk teneffüs olmaz oğlum, dedim kendime. Daha gün aydınlamamış adam gibi. Kokarız zaten bir şey de yemedik ki. Yüzümüz gözümüz toparlansın hem bi’. Salih hoca kaptırmış anlatıyordu bir şeyler. 3 basamaklı sayıları birbiriyle çarpma bölme falan. Bense Firuze’nin adını sırama yazıyordum devamlı. Her yazışımda biraz daha nefes alıyordum. Her seferinde kafamın içinde uçsuz bucaksız merdivenlerde bir basamak daha yukarı çıkıyordum ve sadece üç basamağı olan sayılar bana dar gelmeye başlamıştı artık. Zaten hiçbir faydaları yoktu ki. Kalkıp, bir şarkıda duyduğum lafla “kendimi kendimden çıkarsam sıfır kalmaz hoca” diye atarlanıcaktım ama sonra düşününce vazgeçtim. Zaten çakmışız ilk sınavdan yirmiyi otur oturduğun yere, dedim.
İlk teneffüs, gittik bahçenin kıyısından köşesinden bulduğumuz bi’ kutu kolayı ezip maç yaptık. Orta okullu ibneler top vermiyolar ki, biz n’apalım.
Bir gözüm etrafta Firuze’yi arıyor ki eğer buralardaysa hırs yapıp birkaç şekilli gol atıyım. Çalımlı falan. Baktım ama gözükmüyordu. Başka bir çocukla takılıyor olma ihtimali geldi aklıma ama başlamıştık artık maça. Delikanlılığa sığmaz yarıda bırakmak.
5-3 taktık Baran’ın tayfaya. İkisini ben attım. Bir tanesinde de asist yaptım. Kaleciyi çalımladıktan sonra açım daralmasaydı onu da ben atardım da neyse.
İkinci zil çalınca sucuk gibi döndük sınıfa. Bu yakayı değiştirsek mi ne yapsak. Kumaş olan daha az terletir sanki. Bununki bir garip yanar dönerli bir şey. Anneme açayım bu konuyu akşam.
İkinci derste de en az ilki kadar saçma en az ilki kadar gerçeklerden uzaktık. Tutturmuş bizim Salih hoca elde var diye bir şey. “Elde var beş” ne lan? Ne eli, ne beşi? Göstersenize bakıyım şu avuçlarınızı bi’. Müzikte de “mini mini bir kuş donmuştu pencereme konmuştu, pırpır ederken canlandı ellerim bak bomboş kaldı” gibi bişi var ama en azından orda kuş var. Ne bileyim canlanıyor falan. Peki ya bu? Lan Salih! Dedem geçen gün “eli talih siker, bizi kör salih” demişti, bizimkisi o hesap herhalde.
İkinci teneffüste de bizim plan zorunlu rötar yemişti. Beslenme saatiydi çünkü. Herkes beslenme çantasını açınca ortalığı bir yumurta kokusu aldı. Sabah yemeyince de acıkmışız bayağı. Annem ne doldurduysa hepsini silip süpürdüm. Üstüne suyu da çekince şiştik biraz. Neyse zaten daha çok var. Toparlarız herhalde.
Fen bilimleri dersimize gözlüklü, kahverengi saçlarını topuz yapan sert mizaçlı bir öğretmen geliyordu. Ayçin. Ayçin’e ters bir şey söylemeye gelmezdi. Anında uzatırdı kulağını on santim. Konumuz hücre. Silgiyle konuşanları sildikten sonra kocaman harflerle “HÜCRE” yazıp altına çizgi çekti. Sınıfa dönerken konuşanlar listesinde en çok çarpıya sahip olan Muhammed’e sivri bir bakış fırlatmayı eksik etmedi. Muhammed biraz daha zorlasa sıranın altına girecek kadar pıstı.
“Evet çocuklar hücre nedir? Hücre vücudumuzun temel yapı taşıdır. Hücrenin içinde DNA gibi hayati önem taşıyan yapılar bulunur. Sırf DNA değil daha birçok organel de bulunur aynı zamanda. Bunları sayabilecek olan var mı içinizde?”
Önden birkaç kız parmak kaldırdı.
“Evet, sen söyle bakalım Arif!”
Vay arkadaş! Bilmiyoruz ki kaldırmıyoruz işte di mi?! Öğrencilikten soğutuyorlar adamı. Kalktık.
“Ne söyleyim öğretmenim?”
“Hücrenin içinde hangi organeller bulunur?”
Verecek bir cevabım yoktu. Gelişi güzel sallamak istemedim şimdi bodoslama bir şey söyleriz, papaz oluruz durduk yere. Sessiz kaldım. Zaten konuşsam da bir faydasını göremicektim. Durumumu anlamış olacak ki yön değiştirdi Ayçin.
“Peki biraz daha kolaylaştıralım. Protein üreten organel hangisidir?”
Harbiden de kolaymış ha. Yine batırıcaktık fakat önde ki iki eleman fısıldamaya başlamışlardı aralarında.
“Ribozom oğlum ribozom” dedi Emre.
“Lizozom değil miydi lan” diye kafa kurcaladı Sami.
Bir karar verin oğlum. Hangisi?!
“Aaa, bak o da olabilir” deyince Emre, bastım oyumu Lizozom’a.
“Hayır evladım Lizozom değil Ribozom olacak cevap. Otur.”
Lan laaan! Şu Sami ne düz adam ya! Aslında bende hata. İlk akla gelen her zaman doğrudur derler.
Baktım sağımda Necip bana dönmüş uyuz uyuz gülüyor. Zaten kafam bozuk, bastım kalayı.
“Ne gülüyosun lan, it?”
Sesim masaya kadar gitmiş olacaktı ki sorumun cevabını başka birinden başka bir soruyla almıştım.
“Utanmıyor musun sen arkadaşınla öyle konuşmaya?!”
“Ama öğretmenin…”
“Sus, cevap verme!..Ders sonuna kadar tek ayak üstünde durucaksın. Bu tenefüste de bahçeye çıkmak yasak.”
“Koridora çıkabilirim ama di mi öğretmenim?”
“Hayır, koridor da yasak. Sınıfta durucaksın.”
Yapma işte bunu yapma! Bizim plan yine ertelendi. Çişimiz gelirse de kitapların olduğu dolaba çüğdürürüz artık.
“Öğretmenim tuvalete nasıl gidicem?”
“Sınıf başkanınla bir kere gidip gelirsin ihtiyacın olursa.”
Allahtan başkan erkekti. Diğer türlü sıkıntı çıkar. Teneffüs sonunda ayağımın ağrısı geçmişti. Anladım ki zaten o ağrıyla dışarı çıkamazmışım.
Öğretmene iyice kıl kapınca dördünce derste hiç sallamadım kendisini. Hâlâ şiddetle, acı veya korku psikolojisiyle eğitim olamayacağını kavrayamamış biriyle benim ne işim olur ki. Falakacı zihniyet bu işte.
Bizim çocuklarla kalem açıyoruz ayağına kapı kenarında ki çöp kutusunda toplaştık. Beş dakikalık Fenerbahçe Galatasaray tartışmasından sonra sıra sınıfın güzel kızlarına gelmişti. Bir ara Necip gelince kalemimin sipsivri ucunu gösterip “bunu batırırım bak” derken, kafamı hızlıca sağa sallayarak “siktir yoksa” eklemiştim cümlemin başıma. Anında kaçtı korkak.
Arada birer ikişer gidip geliyoruz ki farketmesin diye. Zaten kafasını kaldırmıyordu sınıfa okuduğu kitaptan. Kafam bir yandan Firuze’de. Kamuoyu yoklaması yapıyorum acaba diğer çocuklar adını söylüyor mu diye. Hayır, bilelim de ona göre önlemimizi alalım di mi? Neyse ki hiç lafı geçmedi. Bizim sidikli Sibel falan anca işte. Rahatladım.
Rakibimin olmamasının verdiği gazla teneffüs zilinde attım kendimi koridora. Hemen sağ tarafta zaten sınıfı. Yalnız bir sorun vardı. Firuze sınıftan çıkmıyordu. Bekle bekle yok. Acaba erkenden mi çıktı bahçeye, dedim. Sınıfa girsem ne dicem içerdekilere direk soramam ki kızı. Girişte İbrahim’i gördüm. Izbandut gibi bir tip. Üstüme çıksa pestilimi çıkartır.
“Naber ya İbrahim?” deyip daldım içeri. O iyiyim falan derken direk bir gözden geçirip sınıfı yokladım. Ordaydı işte. Benim beyaz papatyam. Altı yedi kızla beraber pencere tarafının köşesinde sohbet ediyordu.
“Sen nasılsın?”
“İyidir ya ne olsun İbrahim. Şey diyecektim bir ara anlaşalım da iki sınıf maç yapalım.”
“Olur” dedi u’yu uzatarak. “Ama ben oynar mıyım bilmem”
“Oynarsın oynarsın. Hadi diğer çocuklara da söyle de takım çıkartın” deyip çıktım sınıftan. Senin neyine zaten futbol koca göt. Topu alıp kaleye gidene kadar maç biter.
O çok önemli değildi fakat kızlara canım sıkılmıştı. Şöyle koloni gibi gezmeseler olmaz sanki. Tek başına bir şeyler yapsa yine çaktırmadan gidip startı verirdim belki. El mahkum döndük sınıfa.
Müzik dersinde Firuze’nin bende ki yerinin ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anladım. İnsan tohumlar fidana fidanlar ağaca şarkısında sevdiceğini düşünebilir mi ya?! Ben düşündüm işte o ağaçların arasında koştururken. Sonra ise işim daha kolaydı. Sırasıyla;
“Küçük firuze küçük firuze, ne yapıyorsun bana söyle.”
“Bir gün okula giderken, her şeye dikkat ederken, önce süslü bir Firuze yürüdü adım adım.”
“Sol papatyalı (Firuze’ye gönderme var) bir yol. La güneşten bir damla. Si Firuze’nin kedisi…Ve şimdi yine tekrar…”
Şarkıları söylüyoduk söylemesine ama kız elden gidiyordu. Elimde tek atımlık kurşun kalmıştı. Önümdeki on dakika içinde halledemezsem güle güle demek zorunda kalıcaktım ona. Öyle demişti dün çünkü. Babası karşı tarafa taşınacaklarını söylemiş. Neredeyse artık o taraf, uzak olacaktı ki Firuze‘nin okuldaki son günüydü. Tabi bu önümüzdeki teneffüste de işi beceremezsem. Son çareydi. Çıkışta yapamazdım. Hayır hayır. Serpil teyze beni kızını öperken görürse keser herhalde. Bu riske giremem. Evet, öpücektim Firuze’yi. Böylece bana aşık olucak ve annesiyle babasını burada kalmak için ikna edecekti.
Zil çaldığından geri sayım başlamıştı fakat biz hâlâ gerzek okul şarkısını söylemeye devam ediyorduk. “Bitirelim çıkarsınız çocuklar ve son ki üç dört…” dedi elinde sopasıyla uzun boylu esmer hatun.
Koridora çıktığımda sınıflar çoktan dağılmıştı. Bahçe de savaş alanı gibiydi. Dışarı çıktığımda Emre “hadi oğlum gelmiyor musun maça” diye seslendi. “Siz başlayın ben sonra katılırım” dedim. Sana güvenmediğim için özür dilerim bu arada Emre. Sen bunu hiç bilmesen de.
Top oynanan kısmın yanında ki asfalt genişliği taramaya başlamıştım şimdi. Her saniye ile savaşıyordum adeta. Koşturan birinci sınıf yetmeler; ip atlayan, seksek oynayan kızlar; hepsi birer bariyerdi benim için. Biraz daha ileri gidip okulun ön tarafına doğru kıvrılan tarafa yöneldim. Birkaç erkek çocuğunu yolumdan çektikten sonra görmüştüm onu. Köşede ki büyük ağacın dibindeki bölmede oturmuş ayaklarını sallıyordu. Yanına varana kadar yine bir yarım dakika geçmişti. Zıplayıp oturdum yanına.
“Nasılsın Firuze?”
“İyiyim Arif. Yani. Bildiğin gibi işte. Son günüm.” dedi. İyi olmuştu bunu demesi. Kestirmeden gittim.
“Ben de onun hakkında konuşmak istiyordum aslında.”
“Ne dicektin Arif?”
“Gitmeseniz olmaz mı Firuze? Al bunu lütfen.” Eğilip ağaç dibindeki çiçeklerden tek hamlede koparabildiğim kadar toplayıp uzattım. Biraz daha yaklaşmıştım şimdi.
“Teşekkür ederim” dedi gülerek. Gülüşünün yanında çiçekler solup kalırdı. “Kalsan her gün donatırım seni bunlarla” dedim. Girmiştim artık bir kanala, klişe mlişe diyemezdim.
“Ben de çok istiyorum burada kalmayı ama sen neden bu kadar üzülüyosun ki?” dedi. Sessiz kaldım. Cevabı biliyordum ama yine de sessiz kaldım. Zaten konuşsam da bir faydasını göremicektim. Nefesini tutup kendini çivileme denize atan bir denizci gibi ciğerlerimi sonuna kadar şişirip çekim hamle edicektim ki zil çaldı. Firuze zili duyunca direk atlayıp benim gitmem gerek ders başlıcak deyip uzaklaştı. “Dur bir dakika ya daha öğretmenler zili çalmadı” dememe fırsat kalmadan ön kapıdan içeri girmişti bile. Zili icat edene ayrı sövdüm, saatini ayarlayana ayrı sövdüm. Dönerken melodisini tekrar tekrar duya duya Mozart’tan bile soğudum yemin ediyorum. Mağlup bitirdiğim bir maçın bitiş düdüğü gibiydi o an ve ben boynu bükük soyunma odasına yürüyordum. Öyle ki muhabirin teki gelip mikrofon uzatsa “elimizden geleni yaptık, önümüzdeki teneffüslere bakıcaz” derdim. Gerçi tenefüs falan da kalmadı ya hani.
Ufaktık. Daha çok ufaktık. On dakikalık aşklar için kırk dakikalık derslere girerdik.
0 yorum:
Yorum Gönder
ee, ne dersin? :