(Bir El ve Dağ Busesi'nden bu yana uzun zaman oldu. Tekrar buralardayız. Fazla söze gerek yok...Evet, başlıyoruz.)
Sizin hiç kolunuzu kaldırmanızın ya da ileri doğru bir adım atmanızın size dünyanın en manasız şeyi gibi geldiği zamanlar oldu mu? Ya da kafanızı çevirip dışarı bakmanızın? Benim oldu. Doldurmakta olduğunuz yirmi dört saat, en kötülerinden birine adaydır ya hani. Bazen tek bir olayla, bazen her dakikasıyla.
Evrene gönderilen mesajlar ve evrenden gelen mesajlar arasında ki kopukluk anlarından biri. Tamamen soyutlanmışçasına. Kemik, bir kas parçası ve sinir işbirliğiyle oluşacak basit bir hareket ne kadarda anlamını yitirmiş ve bir o kadar zor. Oturduğum koltukta çökmüştüm resmen. Ama buna tepki gösterebilecek ne randımanlı çalışan bir sinir sistemim vardı ne de takatim. O gün orda olduğumu gerçek kılacak iki şey vardı sadece. Aynı zamanda tutunacak iki dal. İlki işini görmesi için zaten bana pek de ihtiyacı olmayan kalbim daha doğrusu onun atışları. İkincisi ise kafamın içinde yüzen melodi. Yüzen diyorum çünkü derinden geliyordu. Ama ben hala koltuktaydım ve koltuk beni yutacaktı artık. Kalkmak istedim. Ama yok. Olmuyo. Gitmiyor. Koltuk beni yutmadan önce bütün kuvvetimi yutmuş anlaşılan.
Ayağımda iki bot değil de iki kum torbası. O kadar ağırlar ki. Üzerime parça parça yüklenmiş bir bilinçsizlik hali. Duygusuzluk. Evet anahtar kelime bu aslında. Çünkü beni tekrar ben yapacak olan şey, bu gözüm açık uyuduğum uykudan uyandıracak şey bir adet duygu. Endişe, dehşet, hışım. Ne olursa. Bunu da ya bir koku sağlar ya da bir ezgi. Neyse ki artık kafamın içinde yüzen, ardında acı filizlendirmeye başlamıştı yavaştan. Daha fazla. Daha fazla. Kaynayan bir ıhlamur gibi rengini alıyordu acı koyu koyu. Enteresan ki birden öfkeler belirmeye başladı fokurtuların içinde sonra. İşime gelir. Ne kadar duygu o kadar iyi.
Tik tak tik tak tik tak. Saatin sesini duymaya başladığıma göre bir şeyler yoluna girmeye başlamıştı. Şimdi her geçen saniye kan daha iyi hücum ediyordu damarlarıma. 37 derece, hissettiriyordu bana kendisini. Tam sırasıydı ve bir hareketle kalktım ayağa. Artık koltuk beni değil arkamda bıraktığım başkalarının yokluklarını yutucaktı. Ama hâlâ botlarım ayağımdaydı.
Ve hâlâ o iğrenç o anormal ağırlık hissi. Bütün biriktirdiğim öfkemi botlarıma doğrulttum. Bütün problemim onlardı. Yangında tutuşmuş üstünden kurtulmaya çalışan bir adammışçasına çözüp fırlattım ikisini de ayrı köşelere. Oh be! Dünya varmış! İşte şimdi alabildiğine yürümek. Volta atıyodum resmen olduğum yerde hızlı hızlı. Durursam düşerim çünkü biliyodum. Her volta voltajımı arttırdı. Nefes aldırdı. Giderek hızlandım. Artık yürümekte yetmiyordu. Ben de koşarak uzaklaştım.
18 Şubat 2012 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder
ee, ne dersin? :